Hormonlu Uzay Çağı
Aslında neden bu işleri yapıyorum bilinmez. Arka planda adı “Anne” olan bir virüs programı çalışıyor ve hayatıma hükmediyor. Yani aslında evde gayet güzel oturup çocukla vakit geçirebilirim, ya da çocuğu 3 aylıkken bırakıp işe dönüp çalışabilirim…Evdeki zamanımı kendime ayırabilirim falan. Ama yoooo, olmaz, çünkü ben biyonik, mekanik ve dogmatik bir ananın kızıyım.
Şu siteye iki satır yazamadım diye içim içimi yedi, sonra da ne yazmalıyım diye ben beynimi yedim.
Ama bu sadece site için geçerli değil ki!
Gece uykumun nispeten hafifleştiği saat 4 civarı tam sağdan sola dönerken bir iç sesi ile uyanıyorum;
“Dolapların içi ne öyle, ayıp bişi Melda”
Ya da
“ Onca yeteneğin var, bak elalem neler yaptı, sen neden birşeyler yapmıyorsun?”
En fazla
“İnanamıyorum, adamlar ilkokul mezunu bile değil 12 tane holdingi var, sizi o kadar okuttuk kızım hala bir işin yok…”
Tabi ki sabah 4’te bu ses ile uyanınca geri yatmak pek mümkün olmuyor. En azında ertesi sabah kalkıp dolapları indirmeye bindirmeye, evi temizlikten yıkılır hale getirmeye, oturup nasıl holding kurarım düşüncelerine gark etmeye ve yeteneklerim dahilinde, önce biraz bale yapıp, sonra şarkı söyleyip, arkasından iki satır birşeyler yazıp, sonra da hemen renkli kalemlerim elimde resim yapmaya başlıyorum.
Evim temiz, her daim harika yemeklerim var dolabımda, dolaplarım bir Nazi disiplininde düzenli, ben yazmışım, çizmişim, holdingleşmek üzereyken annem geliyor:
“Ben senin yaşındayken anneme kıyafet dikerdim, size neler yaratırdım, ayrıca şu görmüş olduğun üzeri tavşanlı masa örtüsünü de ben işledim, bilmiyorum bütün gün ne yapıyorsun Melda!” Diyiveriyor.
Gecen sene örgüye başladım bu yüzden, akşamları iki saat falan ağzın açık TV de hangi kanal açıksa ona bakmak gibi bir kafa temizleme sistemim vardı, onu da kendime zehir ettim, bir de örgü örer oldum…İnim inim inleye inleye oğluma –ki neyse o zaman sadece 70 cm falandı- 70*70 bir battaniye ördüm. Ben bunu bitirmenin gururu içindeyken, Ankara’dan bir kargo geldi ve annemin; sepet deseni bir makine mükemmelliği ile örülmüş, üzerinde Atlas’ın adı işli, kenarları ayrı bir şekilde çerçeve geçilmiş 2 metreye 2 metre battaniyesi geldi, zaten benim ördüğüm battaniye de ikinci yıkamada çektiği için şu an onu oğlana el bezi olarak kullanıyoruz.
Annemle yarışmam, bu uzay çağında bile mümkün değil.
Tek avuntum annemin internet ve bilgisayar fobisi. Ona her sene belli periyodlarda bilgisayar öğretmeye çalışıyorum, ama bu nafile uğraş annemin “Melda bunu da öğrenmek istemiyorum!” gibi tamamen kişisel bir tercihi olarak bir yere gitmeyerek bir sonraki denemeye kadar ortada kalıyor. Aslında anneme “ Anne fareyi şurada iki kere tıklat” dememle annemin yüzünde beliren tiksinti, annemin bilgisarayı sadece iyi anne olmak ve bu konudaki kişisel standartlarını düşürmemek adına, beni mutlu etmek için açtığını gösteriyor. Gelin görün ki anneme aldığım sayısız e-mail adresi ve facebook’daki en az 4 profilini bir şekilde yönetmekte bana düşmüş oluyor.
Anneme arkadaşlarından gelen e-mailleri cevaplamak, torun fotolarına bakıp yorum yazmak, annemin facebooktaki arkadaşlarını ve profili düzenlemek de benim işimin bir parçası oldu.
Ama bütün bunlar da yeterli değil. Yaptığım hiçbirşey yeterli değil.
Çünkü bir film çekmem, bir çocuk kitabı çıkarmam, çok fazla para kazanmam, bu arada anneme bir kaç elbise dikmem ve holdingleşmem gerekiyor.
Ayrıca Türkiye ve Dünya gündemini takip etmem, her zaman mutlaka edebi bir eser okumam, kendime iyi bakmam, bakımlı olmam, bütün eş dost akrabayı ihmal etmemem gerekiyor.
Ben bütün bunlarla uğraşırken annem beni arıyor ve:
“John Malkovich İstanbul’da tiyatro oyunu oynamış seyrettin mi Melda?” diyor, ben ise o sırada mübarek Terrible Two aylarına girmiş olan oğlumu, kafasını gidip gidip televizyonun ekranına vurmaması konusunda, toplam 50 kelimelik haznesi sınırları içinde “Yeye başbaş bebi kaka, a-a, anne hüü hüü baba ııııı” şekline ikna etmeye çalışıyorum ve affedilemez “Hayır?” cevabı veriyorum. Annem bir kere daha beni doğurmuş olacağına taş doğursaydı hissi içinde iç çekiyor ve bana;
“ Aşkolsun Melda, John Malkovich bu, kaçar mı? Kızım siz ne biçim gençsiniz, hiç bir sosyal – kültürel hayatınız yok, biz babanla dün akşam La Scala’da Carmen’i izledik mesela Panora’da” diyor.
Annem bunu nasıl yapıyor bilemiyorum. Yani bu kadın, bu insan, bu mahluk, ne demeli bilmiyorum, iki çocuğu –ki erkek kardeşim inanılmaz bir çocuktu, yaramazlığı yeniden keşfetmiş bir insandır kendisi- , oldukça hassas ilişkiler ve fazlaca emek gerektiren bir kayınvalideyi, Dünya’nın en titiz ve herşeye en maydanoz kocasını, yıllar arası ortalamada 200 metrekareden aynı anda en az 3 evi ve geniş bir sosyal çevreyi, entellektüel bir zihni, günde 5 kap yemeği ve 2 salatayı ve her öğleden sonra ayrıca taze pişmiş kek ve poğaçalı okul sonrası kahvaltıyı, kardeşimle benim bilimum kurs, hoca vs. işlerimi tek başına idare edebilmiş…Bu arada bizi bulaşık makinası, hazır bez, fulltime TV falan olmayan bir zamanda büyütmüş.
Belki de o zamanlar zaman da farklıydı. Şimdi herşeyin hormonlusu var ya…Hani çilek alıyorsun, dolmalık çilek gibi kocaman, büyük ama içi boş ve kof…Belki artık zaman da öyle. Sanki bütün bu kolaylıklarla daha fazla zamanımız varmış gibi görünüyor ama bunlar “Doygun” zamanlar değil, içi boş ve kof, “puff” diye yok oluveriyor.
Ben gerçekten çabalıyorum, hatta kendime Anadolu Kaplanı diyebilirim, Atılgan diyebilirim. Annemin benden beklentilerini karşılamak için elimden geleni yapıyorum. Ama olmuyor. Zaman kötü. Herşeyi yapmak kolaylaşmış gibi ama aslında daha zor.
Seçenek arttıkça doğruyu bulmak zorlaşıyor.
Amerika’da ilk günümde şöyle birşey yaşamıştım.
Şampuan, sabun, diş macunu falan gibi şeyleri oradan alırım düşüncesi ile yanımda getirmedim, ve ilk günümde oradaki bir süpermarkete alışverişe gittim. İki koridor diş macunu, 2 koridor şampuan ve sayısız kokuda sabunun arasında bu üç adet malzemeyi almam yaklaşık 2 saatimi aldı. Kendim için doğru olanı aldığımı düşünerek kasaya geldim.
İlk sorum ile karşılaştım:
– Paper or plastic? (Kağıt mı plastik mi?)
Bunun ödemeye yönelik bir soru olduğunu düşünerek cebimden paramı çıkartıp,
– Paper ?! (Nakit) dedim.
Zenci kız her biri 7 cm uzunluğunda ve üzerlerinde güneş batmakta olan ada manzaralı tırnaklarına bakıp bir yanağını cırklattı ve bana dönüp.
– Paper or plastic baaaggg? İçinden you idiot! (Kağıt ya da plastik torba, seni salak) dedi.
OK, hadi bakalım paper olsun. Ödeyim kaçim ben artık…Olur mu? İkinci soru:
– Cash, Charge or Credit Card?
Aha! Kredi kartını anladım ama diğerleri ne ola ki? Korkarak elimdeki parayı bir kere daha çıkarıp kıza verdim. Tırnakları kırılmasın diye parayı itina ile alan kız, bana meymenetsiz bakışlar fırlatıp:
– Listen, there is a coupon on Colgate ‘you wanna go with that, you have a 20% discount? (Bana bak, Colgate’de %20 indirim var kuponla onu ister misin?)
Allahım ölmek istiyorum alt tarafı şampuan, diş macunu ve sabun alıp çıkıcam…Tabi ki kuponla ucuza almak isterim, ben hem öğrenciyim hem kadınım ve hem de tüketiciyim! Kaçınılmaz bir şekilde oltaya geldim, aldıklarımı bıraktım ve tekrar diş macunu avına çıktım, beyazlatan, hassas dişler için, kanayan diş etleri için, ferah bir nefes için, bakterisiz bir ağız için gibi aslında hepsini isteyebileceğim seçenekler arasında bir de bitki potporisi, taze nane, keskin okaliptüs, sakız, tarçın gibi lezzetlerden birini seçip geldim…(Bu arada ben kararsızlığı ile meşhur Terazi burcuyum)
Torba ve paraya doğru cevap verip kese kağıdımı alıp çıktım oradan, 2 saatimi yedi bu iş, ve yoruldum. Hemen karşıda bir cafe vardı ve oraya girdim, bu şimdi her köşe başında olan Starbuck’s ile ilk karşılaşmam bu oldu.
Ben 90’ların başında Amerika’ya gitmiştim ve o zaman dışarıda tek kahve seçeneğiniz Nescafe idi…
Buraya da kendimce bir fincan kahve içmek için girdim. O acayip menüyü görünce zaten afalladım. Kahvemi sütlü sevdiğim, ve az çok da İtalyanca bildiğim için Cafe Latte içmeye karar verdim. Ve kasadaki fazla kahve tüketmekten hiper olmuş, büyümüş göz bebekleri ile bana bakan kıza:
– Cafe Latte , please dedim.
Kız, fazlaca neşeli bir şekilde bana önce;
– Caf or decaf? Dedi… (Aslında kafeinli mi kafeinsiz mi diye soruyo)
Marketteki zenci kıza rezil olmuş olan ben, soruyu anlamamakla birlikte, tam bir Türk olarak, madem parasını verdik o zaman herşey tam olsun mantığı ile…
– Caf? Dedim. Derin bir nefes alıp paramı vermek üzere elimi cebime atmıştım ki…Kız;
– (Hepsi bir solukta)Forheretogo? Diye sordu…
Bana From Here to Eternity* şeklinde bir etki yapan bu soruya kesinlikle bir anlam veremedim. Kıza gözlerimi kısıp uzun uzun baktım, düşündüm taşındım cevabını bulamadım ve…
– What! Dedim.
Kız da tam bir salağa söylermiş gibi, yerinde iki zıpladı, derin bir nefes aldı ve:
– Do-you-want-to-drink-your-coffee-hereeee?ooooorrrrr-Do-you-want-to-take-it-with-you? (Kahveni burada mı içmek istersin yoksa yanında mı götüreceksin)
Sana ne ırıspı! Zaten arkamda sıra birikmiş, alt tarafı bir bardak kahve içicem ve siktirip gidicem, annemi özlemişim, babamı özlemişim…Sana-ne? Tabi ki terbiyemi takındım ve ona
– Here, I will have my coffee here, dedim.
Arkamda birikmiş olan ve iki saniye içinde kahvesini içmezse ruhunu teslim etmek üzere görünen sabırsız kalabalığa ufak bir gülücük verdim, karşılık alamadım. Tabi ki çilem bitmedi…
– You want, fat, low fat or skim milk?
– HAY SKİM ! dedim,
Fırsat bu fırsat! Ama bitmedi bitmediiiii…Kız bana elinde bir markörle baktı ve.
– Tall, grande, venti? Dedi. (Uzun, Büyük ve 20’lik)
– (Etrafıma bakındım) Who is tall, grande and venti ? diye sordum.
Yani sanki Kirli, Çürük ve Adi gibi birşeyler dedi gibime geldi, tall, grande ve venti olanın ben olmadığımı biliyorum! Arkamda böyle biri var da kızlar arasında bir tür alarm mı bu acaba?
Kız elindeki markörle arkasındaki panoyu gösterdi, sonra eline bir adet kağıt bardak alıp salladı…Anladık anladık,manyak Amerikalılar…şuna small, medium, large diyemiyorsunuz, Allahın Manyakları…Söylene söylene artık daha fazla soru sormayacağını umarak paramı verdim. Kız en son adımı sordu, ona da bir anlam veremedim, biraz paranoyak bir şekilde genelde kullanmadığım ismimi söyledim, onu da teker teker, harf harf kıza yazdırdıktan sonra kahvemi alıp gittim, orada kalmadım. Ben kapıdan çıkarken, arkamdakiler motor gibi kahve siparişlerini veriyorlardı:
– Grande, Decaf, Non FatMocha, to go, No whipcream, Louis
– Venti, Caf, house, for here, Mark
– Long, double decaf espresso, to go, Casandra!
Yani demem şudur ki;
Evet yeni çağ bize zaman kazandırıyor gibi görünüyor, ama değil, seçenekler, kalabalık ve içi boşalan her türlü şeyle beraber bize zaman kaybettiriyor. Hazır bez var diye, bebekler kakasını geç söylüyor, internet var diye günde 3 gazete bilimum gereksiz şey ve onlarca mail okuyorsun, bulaşık makinası var ama onu dolduruyorsun ve boşaltmak zaman alıyor, senin bulaşık yıkarken birşeyler düşünme vaktin olmuyor…TV var ve karşısında uyuşuyorsun, araban var, herkesin var ve bir yerden bir yere gitmen saatler alıyor. Yazıyorsun, çiziyorsun ama bunları değerlendirmek için gitmen gereken kişiye asla ulaşamıyorsun çünkü senin gibi binlerce insan var…Dikiş dikmiyorsun, satın alıyorsun ama karar vermek ve aradığını bulmak çok zamanını alıyor…Alıyorsun ve bunlar dolabunda birikiyor onları yerleştir yıka, indir kaldır, ona uygun ayakkabı bul, ayakkabıya uygun çanta bul, vs. vs. yine vakit geçiyor. Markete gidiyorsun birinin eti, birinin sebzesi iyi, başka birinde temizlik malzemesi ucuz…Diğerinde bebek bezinde kampanya var…Seçenek bol tabi ama sonuçta alışveriş gününün yarısını alıyor. Cep telefonun var, herkes her zaman, her manasız şey için seni arıyor buluyor, senin canın sıkılıyor sen onları buluyorsun, buluşup konuşmak yerine lak lak bir de bununla vakit ve para kaybediyorsun…
Hayatımın hatırladığım organik yıllarında, et mahalledeki kasaptan, sebze-meyve manavdan, diğer ihtiyaçlar bakkaldan alınırdı…Annem bakkala gittiğinde “Bana bir paket Omo, petibör, Sana, diş macunu ve Hunca” derdi…Ohhhh ne iyi…Mahalle bakkalı, kasabı, manavı esnaf olduğu ve aynı mahallede siz onun velinimeti olduğunuz için sizi kazıklamazdı. Annem tam olarak ne istiyorsa, ne renk, ne model onu dikerdi. Sadece gidip kumaş ve düğme alırdı. Bez konusunda birşey diyemeceğim ama erkenden bu işi nihayetine kavuşturduğum bir gerçek, en azından oğlandan 11 ay önce… TV olmadığı için radyo dinlerken iş yapılabiliyormuş, sonra TV tek kanal olduğu için de ilgini çekmeyen birşeyler varsa o zaman ilgini çeken birşeyi seyretmek için zaman harcamak yerine daha üretken olunabiliyormuş.
Annem büyük ihtimal bu yazıyı ben ona okutmazsam okuyamayacak, ama anne…anla işte zaman böyle…Biliyorum buna rağmen holdingi olan, ya da kitap yazanlar var…
Ama sen bir de onların dolaplarının içini görsen!
* From Here to Eternity (İnsanlar Yaşadıkça) Burt Lancester ve Deborah Kerr’in oynadığı 1953 yapımı klasik bir film.
* Dirty, Rotten, Scroundels (Kirli, Çürük ve Adi) 1964 Yapımı David Niven ve Marlon Brando’nun oynadığı Bedtime Story filminin 1988 yapımı Steve Martin ve Michael Caine’li versiyonu.
Joe Doe
Mayıs 9, 2023 - 9:26 amThe design is simple and elegant. The customer support on this product is also amazing. I would highly recommend you to purchase templates from the Marketify team! Thank you for the wonderful project.