Yazarın tıkanması denilen şeyi yaşayacağımı hiç düşünmezdim.
Aklıma gelen milyonlarca şey var, hele ki Türkiye’deki bu gündem ile böyle bir tıkanma yaşamak güç. Ama benim ki farklı bir durum. Benim nutkum tutuldu, basiretim bağlandı, dizlerimin bağı çözüldü…Ülkem üstüme üstüme geliyor.
Politik yazılar benim tarzımın çok dışında olsa da bunları yazıp içimdeki pis nefesi dışarı atmam lazım.
Bu aralar hiç olmadığı kadar nostaljik oldum, sadece geçmişi düşünüyorum, rüyalarımda bile lise arkadaşlarımı görüyorum. Gelecekten yana umudum yok.
Ah bu satırları yazmak bana yakışır mı? Ben ki günlük yaşam üzerine küçük anekdotları, büyük hayalleri ve orta boy standartı olan kişi…Sana mı düştü ülkenin derdi.
Şey, evet…
Uzay Yolu’nu küçükken pek sevmezdim, hala bile içinde bitki olmayan filmleri ve ortamları pek sevmem. Ama onun bir bölümünü hiç unutmam, ve bu bölümü hayatım boyunca onlarca defa yaşayarak andım.
Bu bölümde Atılgan’a iyi niyetle uzayda yolunu kaybetmiş bir grup doktor alınır. Gemiye ayak bastıkları anda Maya –ki o insanın taaa ciğerini gören bir uzaylıdır- onların iğrenç birer mahluk olduklarını görür, ve gemidekilere zarar vereceklerini…Maya bu konuda kaptanı ve diğerlerini uyarsa da Maya’yı takmazlar, Maya kıçını yırtar ama gerçeği anlatamaz. Gemideki salaklar ise o mahlukların dötlerini okkalayıp dururlar. Sonunda mahluklar bir noktaya kadar sakladıkları yüzlerini çıkarırlar, gemideki personeli çiğ çiğ yerler, gerçek ortaya çıktığı halde hala buna inanılamaz ve yine Maya’nın gayretleri ile gemiden zar zor, ve bir hayli zaiyat verdikten sonra atılırlar.
Ben şimdi bu tip bir kabusun içindeyim. Sadece olaylar dizideki gibi 45 dakika içinde çözülmüyor.
Pandora’nın kutusunda bile dışarıya o kadar kötülük yayılırken insanlık için “umut” kalmıştı. Ama şimdi ben bunu göremiyorum. Çünkü umut bile satın alınabilen birşey oldu.
Ülkemin gündemi üç beş tane içi boş terimin arasında savrulup giderken aklıma, yine filmlerden bir sahne geliyor… Hani şu mahalle çocuklarının zavallı babasız çocuğu ortalarına alıp “piç piç baban kim…” diye birbirlerine ittirdikleri sahne. Demokrasi, Darbe, Ötekileştirmek, İnanç Özgürlüğü, Açılım. Bu içi boş terimlerin arasında bir o yana bir bu yana savruluyoruz.
Herşeyin için boş zaten. Domates bile eskisi gibi değil. Yani nostaljik oldum derken eskinin herşeyini mi özler insan? Ne kadar masum yıllarmış onlar. Kötüler bile yeterince kötülük yapamıyorlarmış. En azından kimsenin aklına 0-5 ile 75-90 arası insanlara tecavüz etmek geçmiyormuş. Kötünün bile vicdanı olan bir ülkede büyümüşüm ben. Ne şanslıymışım.
Benim ilkokulu okuduğum yıllar 70’li yılların sonu ile 80’li yıllar. Ankara’nın en işlek ve eylem, yürüyüş, gösteri, çatışma bakımından en hareketli bulvarında otuyorduk biz. Ben okula yürüyerek gidip geliyordum. Çatışmalarda insanlarlar birbirlerini, yine de idealleri uğruna!, öldürüyorlardı ama, köşe başında bekleyen sapıkları yoktu o zaman Türkiye’nin. Şimdi ise çocuğunun üzerinden gözün saniye sekmesin. Bakıyorsun ki tecavüz edilmiş, organları alınmış, boğazlanmış…Bu ne ya! Memleketin her köşesi pusuya yatmış sapık kaynıyor anasını satim. Yere 1liranı düşürsen, daha sesi duyulmadan havada çalınıyor. Önüm arkam sağım solum hırsız, sapık…
İçi boş terimler sözlüğüne geçmek istiyorum şimdi de…
(Yani siz bu yazıyı buraya kadar okuyun okumayın, gerisine devam etme gücünü kendinizde bulun bulmayın ben delirmeden bütün bunları bünyeden atmak zorundayım.)
Ötekileştirme:
Bir tür reklam kampanyası sloganı.
Cümle içinde kullanıyorum:
“Ben kendimi ötekileştirdim yaradandan dolayı”
Tamamen bir pazarlama propogandası. İnsanları önce üzerinde Paris, London, New York…yazan valizler gibi etiketleme, sonra onları ona göre klasifiye etme, gruplara ayırma, grupları ise “Mendilim köşe köşe bizden size kim düşe…” diye diğer grubun üzerine salma oyunu.
Kimse kimseyi, hırsız, ahlaksız, adi, sapık, ırz düşmanı, kötü, ard niyetli, namuzsuz, yalancı, iki yüzlü falan gibi zararlı unsurlardan dolayı yargılamıyor. Şimdi Kürt, Türk, Atatürkçü, Ermeni, Elit, Türbanlı, Fetocu, GS’Lı vs. diye ötekileştiriyor. Ne manasız…İnsan olmanın, belki de tek bir şartı var o da iyi ahlaklı olmak ve yaşadığın ortamı kirletmemek. Ne fiziksel ne de ruhani olarak. Yoksa evet, hepimiz belli bir zoolojik sınıf altında doğuyoruz “Homo Sapiens” ama insan olarak yaşayan çok az kişinin olduğunu düşünüyorum. Biz üzerindeki etiketlerden dolayı birilerini “ötekileştiriyor” olalım. (Yani benden değil, ölsün!) Bu sırada gerçek insanlık suçu işleyenler, gerçek ahlaksızlar, hayatın onlara sunduklarını sömüre sömüre, ve de semire semire yaşıyorlar.
Öyle ki bu kampanya reklamlarda bile devam ediyor, sizin arabanızdan kullanmayanlar siz geçince yok oluyor, sizin için yolu açıyor…Sizin marka şampuandan kullanmayanların başarılı olma şansı yok…Sizin marka cipsi yemiyenler sizin boyutunuza ulaşamıyor.
Ben Kurtuluş Savaşı ile gururlanan, Atatürk’ün vizyonu ve hayat duruşu ile övünen, Türk olduğumu Dünya’nın dört bir yanında göğsümü gere gere söyleyen, ülkemi en iyi şekilde temsil etmeye çalışan, ülkemi aç soysuzların soymasına tahammül edemeyen, okuyan, düşünen, tartışan, sorgulayan, üreten, temiz, dürüst, fikri zikri bir ve fikri vicdanı hür bir vatandaşım…Yani ötekinin önde gideniyim. Hayatım boyunca kimseye zarar vermedim. Anlayacağınız yangında ilk yanacaklardanım. Hatta o yangının çırasıyım.
Demokrasi:Ben yaptım oldu, sana da bok yemek düşer.
Cümle içinde kullanıyorum: “ Demokrasi! Yine mi kirli ayakkabıların ile içeri girdin!”
Bize yıllarca okutulan, demokrasinin; halkın bütün bireylerinin eşit oranda iktidar konusunda söz sahibi oldukları rejim biçimi olduğuydu. Bu da tek bir oya tekabül ediyor. Yani herkesin, ne kadar zengin, akıllı ya da dindar olduğuna bakılmaksızın tek bir oyu var. Adil mi? Onu bilemem ama kesinlikle eşitilikçi. Biz de demokrasi var mı? Vaaaaar.
Neyi tartışıyoruz? Ahhh! Evet. Ama şu yok, düşünce özgürlüğü…İnanmama özgürlüğü…İnanç çeşitliliği…Muhalif olma özgürlüğü…Basın özgürlüğü…bunlar yok. Bunların bakarsanız demokrasi ile pek alakası da yok. Bütün bunlar Devlet’in aklı ile ilgili.
Bir insanın başka fikirlere açık olması, başkasının fikrine inanmasa da saygı duymayı bilmesi, eleştirildiği zaman bu eleştiriyi olgunlukla karşılaması, insanları sahip olduğu mal ile değil de birikim ile değerlendirebilmesi, o insanın ne kadar akil olduğunun göstergesidir.
Aynı şeyin Devlet’ler için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Bu ülkenin gençleri ayaklanmalı ve sorunlarını dile getirmeli, otoriteye isyan etmeli…Çünkü gençlik bunu gerektirir. İnsan psikolojisine baktığımızda bile, ağır bir orta yaş krizi yaşamamak için, ergenliğinizi bütün hatları ile yaşamanız gerekir. Kendinizi bir kaybedip bulmanız. Devlette de gençler ayaklanacak, gösteri yapacak…Onların işi bu! Muhalefet eleştirecek, onların da işi bu…Sanatçı üretecek ve en söylenmeyeni söyleyecek, en yazılmayanı yazacak , gözün en sakındığını gösterecek, onun da işi bu…Devlet ne yapacak? Devlet bunları anlayacak, buna göre şekil alacak, buna göre büyüyecek, buna göre olgunlaşacak. Yoksa ruhen ve fikren güdük “her halükarda furdim oni…” Devleti olur.
Osmanlı Osmanlı diye inleyenlere, ama tarihini bilmeyenlere Şeyh Edebali’den bir nasihat*…
“Beysin! Bundan sonra öfke bize; uysallık sana… Güceniklik bize; gönül almak sana.. Suçlamak bize; katlanmak sana.. Acizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana.. Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana.. Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana… Bundan sonra bölmek bize; bütünlemek sana.. Üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana.. …”
*Şeyh Edebali’nin Osman Gazi hükümdar olduğu zaman verdiği nasihatten bir parça
İnanç Özgürlüğü:
Ben istediğime inanırım, sen de benim istediğime inanırsın.
Cümle içinde kullanıyorum:
“Anne, inanç özgürlüğümü koyduğum yerde bulamıyorum, gördün mü?”
Din, inancın organize olmuş biçimidir. Aynı bir Devlet gibi anayasası, bir lideri, bir de toplum yaşam kuralları, gelenekler ile şekillendirilmiş ritüelleri vardır. Toplumun tümünün yönetilmesi, eğitilmesi, zapta rapta sokulması için organize edilmiş kurumları vardır. Mesela papalık, mesela patrikhane, vs.
İnanç ise öyle değildir. İnanç kişiseldir, bireyseldir.
Çok sevdiğim bir yazar olan Tenneesee Williams’ın “Geçen Yaz Birdenbire” adlı romanında harika bir söz vardır:
– Hepimiz Allah’ın adını yazarız ama başka harflerle.
İnanmamak da, sadece doğru bir insan olarak yaşayıp, ölüp, ölümle bu hayatı sonlandıracağımız da bir inançdır. Herkesin manevi bir yanı vardır, bunu vicdanla ya da organize bir dinle ilişkilendirebiliriz. Ama bunu Devletle ilişkilendiremeyiz.
İnançlar anlıktır. Arkadaşlarımla çok eğlendiğim, lisedeki şaklabanlıkları andığım bir andaki Allah inancım ile, çocuğum hastayken ve ne olduğu bilinmezken ki Allah inancım farklıdır. Sevdiğiniz bir insanı zamansız kaybettiğinizde hissettiğiniz ile, hak ettiğinizi düşündüğünüz birşeye kavuştuğunuz zamandaki inancınız da.
İnançlar kişiseldir. Ben dünyanın en dindar insanı olsam, günde beş değil onbeş vakit namaz kılsam, oruç tutsam, dualar etsem bile benim hayrım yine banadır. Hiçbir dinde şöyle birşey yoktur: “Çok inançlı bir insan, inancına bağlı olarak üç ila beş kişiyi daha cennete sokacaktır.” Ne yaparsanız kendinize.
Ama ahlak anlık değildir, o aynı bir ağaç yetiştirmeye benzer. İyi ahlak toplumda aynı bir çınar gibi köklenirse, o kökün ulaştığı yer sizi bile şaşırtabilir. İyi ahlak, toplumları birbirlerine bağlar, iyi ahlak toplumun sigortasıdır, iyi ahlak anlaşıyı getirir, otokontrolü…
İyi ahlakli bir toplum satın alınamaz, bölünemez, kardeş kardeşe vurdurulamaz, iyi ahlakı bir toplumda herkesin söz hakkı vardır, ama o sözü bin kere düşünerek eder. İyi ahlaklı bir toplum kurduna, kuşuna, ağacına, deresine, bebesine, dedesine sahip çıkar.
Dini ve inancı yönetmek Devlet’in işi değildir. Bu dindar bir bilgisayarın olması kadar garip bir durumdur. Devlet, günlük yaşamı düzenleyen bir mekanizmadır. Mekanizmaların kuralları vardır ama inançları yoktur. İnanışları olabilir…Ama maneviyat tamamen kişiseldir. Devlet mekanizması, dinden, ırktan, renkten bağımsız işlemelidir. Aynı bir otobüsün otomatik kapısı gibi . O kapı içeri gireni umursamaz.
Mekanizmalar, organizmalardan farklıdır, organizma yaşayan birşeydir, sürekli şekil değiştirir, ölür, yaşam süresi vardır, hastalanır, kendini iyi hissetmez, parçası değiştirilmez, arızaları birbiri ile ilişkilidir.Kolay tamir olmaz. Bu nedenle devlet bir mekanizmadır.
Mekanizmalar mekaniktir. Saat gibi çalışır. Sistemlidir. Modülerdir. Parçalardan oluşur, bu parçalar ihtiyaçlara göre düzenlenebilir, yenilenebilir. Kim gelirse gelisin, mekanizma aynı çalışır.
Devlet’in toplum için yönetebileceği tek şey ahlaktır. Ahlak kuralları evrenseldir. Her dinde, her ırkta, her toplumda, yalan, ırza geçme, hırsızlık, iki yüzlülük, saldırganlık, kötü davranış aynı şekilde karşılanır. Yasalar buna göre düzenlenir. Hak ve adalet mekanizmaları buna göre şekillendirilir.
Benim inanma, inanmama, inanıyormuş gibi yapma haklarımın tümü ise ahlakın temeli olan saygı ile zaten koruma altına alınmış olur.
Açılım:
Nasıl açıldığı, açıldığında içinde ne olduğu bilinemeyen şey.
Cümle içinde kullanıyorum:
“Açılımın, açılması için açtın mı?”
Benim küçüklüğümde sürekli duyduğum bir paket kavramı vardı…”5 yıllık kalkınma paketi açıldı” “15 yıllık tarım paketi gündemde…” O yıllarda benim için paket=hediye olduğu için, bu paket haberlerine herhalde memlekette benim kadar sevinen yoktur. Bu açılım da biraz öyle gibi ama farklı.
Yine bir anekdot. İlk gerçek doğumgünü partimi orta ikide vermiştim. Annemler ve bir şekilde o zaman partiye sızmayı başaran kardeşim de beni evde yalnız bırakacaklardı. Sadece dostlarım gelecekti. Ben acayip hazırlandım. Yani çok süslendim, evi süsledik, annem deli gibi pasta masta yaptı…Sınıf arkadaşlarım geldi. Ellerinde kocaman bir paket! Doğum günü boyunca onu koyduğum köşeden gözlerimi alamadım, pasta kesildi, mumlar üflendi…Sıra geldi paketi açmaya. Açıyorum bir kutu, açıyorum bir kutu daha, bir kutu daha…En son en küçük kutunun içinden bir emzik çıktı.
Bu açılım da bana bunu hatırlattı. O kadar zaman geçti, aç babam aç, aç babam aç, kutu kutu pense, içinden belki bir 12 sene kadar önce içinden çıksa beni bir nebze mutlu edebilecek ama orta ikinci sınıfta bir şakadan bile öteye gidemeyen emzik…
Darbe:
80 yıllardan kalma bir müzik topluluğu.
Cümle içinde kullanıyorum: “Dab..dab…dabbb…rap..rap..rap…işte…işte…işte Darrrrr…beeee”
Ben darbe çocuğuyum, ve ne yalan söyleyim 82’de 11 yaşında olduğum için belki o yılları çok da kötü hatırlamıyorum. Benim hatırladığım, hepimizin Adel, hatta DMO kalem, Esem ya da Mekap ayakkabı giydiği. TV de tek kanal olduğu…Asker diyince TV açılırken “…fenkkk…homzaaa” diyen adam, Bayrak ve İstiklal Marşı denilince, kardeşimle beraber yemek vakti bile olsa ayağa kalkıp, göğüs kabartıp selam çakma geleneğimiz.
O zaman hüküm giyen düşünce suçluları, daha iyi bir Türkiye için uğraşırken can veren gencecik insanlar, ordunun düşünen toplumu uyutmak için aldığı tedbirler vs. bunları bilmem mümkün değil. Siyaset adına benim tek hatırladığım, ilkokul 1’deyken evde okunmuş gazeteleri toplayıp okula götürdüğümüz ve sonra onların bize harika kitaplar olarak geri döndüğüydü. (Rahmetli Ali Dinçer sayesinde) Bu kitaplardan modern Türk şiirlerini ve hikayelerini öğrenmiştim, içindeki çizimler bana ilham vermişti. İlk kendi isteğimle ezberlediğim şiir yine bu kitaplardandı: Nazım Hikmet’in “Kız Çocuğu”…Ağlaya ağlaya okumuştum. Atom bombasını bilmiyordum. 1980 sonrası ise bu ezberlediğim şiiri bir ödevimde kullanınca okula velim olan annem çağrılmış ve kendime çeki düzen vermezsem kominist olarak yargılanabileceğim söylenmişti.
O zaman ülkesini daha iyi bir ülke yapmak isteyen, daha özgürlükçü, daha eşit, daha adil, daha bağımsız yapmak isteyenler öldürülmüştü. Şimdi ise darbe söylemlerinin arkasında bu var. Daha bağımsız, daha adil, daha eşit bir Türkiye için yapılacak darbe!
Üstelik varlığı yokluğu belli değil, sanki asker edebi bir darbe yapmayı planlamış, 5000 sayfalık dökümanlar yazmış gibi görünüyor. Öte yanda zaten bir sürü cephede savaş sürüyor…
Laiklik için savaş veriyoruz. Pazarlama çağında dinden bağımsız olmak, dinsiz olmak olarak pazarlanıyor. (Çok önemli pazarlama ve reklam şirketlerinin bağlantılarını bizzat bilip gördüğüm için onlar tarafından verilen bu destek beni şaşırtmıyor) Demokrasinin temel ilkesi olan eşitliğin olmazsa olmazı laiklik; demokrasinin karşısındaki demode bir terim olarak sunuluyor.
Atatürk için savaş veriyoruz. Bu ülkeyi, yani herkesin bir diğerinin kuyusunu kazdığı bu ülkeyi tek nefes haline getirmiş, Dünya milletlerinin bizi yeme heveslerini kursaklarında bırakmış…Herşeyden önce bana bir kimlik, bir ülke, bir vatan, eğitim, seçme, seçilme hakkı tanımış bir insandan bahsediyoruz. Bu vefasızlıktır. Yok efendim, içki içiyormuş, kadınlara düşkünmüş, Ermeni asıllı, Rum, Hıristiyan, devşirme vs….Napalım…Beni bunlar ilgilendirmiyor ki…Sonuçta, ülkenin ve dinin başındaki o zamanın padişahı ve halifesi, “Aman , bana ne gerek sütlü börek” demiş, ve genç bir subay bu yüreği göstermiş. Benim için bu noktada, Atatürk Marslı olsa da pek farketmez.
Vatan bölünmesin diye savaş veriyoruz. Bu ülkenin toprakları ve zenginlikleri bölünse bundan kim zarar görür, kim yarar görür bunu bir düşünmek lazım. Herkese toprak verilirse o zaman ülke ne olur. Yani İstanbul’da yaşayan, İzmir’de yaşayan, Bursa’da yaşayan ve oraya kaç nesildir temellerini kurmuş insanlar Diyarbakır’a mı doluşacaklar? Biz bile bağımsız bir Türk devleti olamıyoruz, Kürt Devleti nasıl bağımsız olacak? Hangi sermaye, hangi altyapı, hangi birikim ile? Bu kadar saçma bir söyleme kim inanır?
Ülke satılmasın diye savaş veriyoruz. Sosyolojide bireyin tanımı “ekonomik özgürlüğünü elinde tutan kişi…” Ülkeler de böyle. Ülkenin öz kaynakları o ülkenin gücü. Ne kaldı ki elimizde?
Şimdi ne paran varsa o kadar insansın. Toplum buna dönüştü. Toplumun temel değeri bu oldu…Okumak, bilgi sahibi olmak, görgü sahibi olmak, bilinçli, üretici, yaratıcı olmak kimin umurunda ki? Para var mı ondan haber ver.
Paran varsa en iyi kampanyayı yaparsın, her kanalda senin şarkın çalar, kulak alışır, seni pohpohlaması için üç beş yazar satın alınır. İşte ünlüsün.
Yazar mı olmak istiyorsun? Gazetede? OK…Okuman bile gerekli değil…Başı sonu belli olmayan yazılar yaz, deyimler sözlüğünden arak bir iki laf sıkıştır, bir de kendine marjinal bir açı bul; orduya saldır, şehite, bayrağa, Atatürk’e, Türban tak, kıçını aç, seks hayatını anlat, karını öldürmekten bahset…İşte!
Türk olmakla ilgili savaş veriyoruz. Yani düşünün, kura ile katıldığınız bir çekiliş ile başka bir toplumun vatandaşı oluyorsunuz…Onun adına yemin edip, Yeah! I am American. Diyorsunuz, ve kendi ülkenizin adına gıcık oluyorsunuz…Nooluyo yahu? Etnik kökenini neden karıştırıyorsun ki bu işe. Neden gocunuyorsun ki ülkenin adından. Kim soyunu sopunu takip edebiliyor bu ülkede. Boşuna mı Tarhana çorbası bu ülkenin en favori çorbası. Aynı öyleyiz işte bizde!
Toplum olmak mı dediniz? Ne toplumu? Sen beni besle ben toplum olurum…Yani kaç para vereceksin toplum olmamız için? İstersen biz aramızda toplum olalım, diğerlerini de toplayıp yakalım.
İşte herşeyin temeli buna dayanıyor.
Biz toplum olarak birbirimizi sevmeyi bıraktık…Ben bu yüzden umutsuzum, ben bu yüzden artık komik yazılar yazamıyorum, ben yüzden çok korkuyorum, çünkü beni tanımadan beni bilmeden beni yok etmek kolay…Ben ise yok olmak istemiyorum. Ben yeniden sevmek istiyorum…Ben yeniden sevilmek istiyorum. Ben ülkemi seviyorum, ülkem de beni sevsin istiyorum…
Biz bu oyunları daha önce de yaşadık, hiç mi ders almadık. Bir aile geçmişine, bir ülke tarihine bakar ve öğrenir. Öyle ilerler…Kimse toplumdaki bu mahlukları görmüyor mu? Onların bizi çiğ çiğ yiyeceğini? Bizi parça parça edeceklerini…Bir ben mi yani?
Neredeyse altı sayfa olmuş, ben yine Edebali’den bir alıntı ile bitiriyorum, onun Osman Gazi’ye nasihatının sonu:
“…Sevgi davanın esası olmalıdır. Sevmek ise, sessizliktedir. Bağırarak sevilmez. Görünerek de sevilmez!.. Geçmişini bilmeyen, geleceğini de bilemez…”
Sevgiler
Melda
Leave a reply