
Eylül’de harika bir Cumartesi.
Hava tam sevdiğim gibi. Sağlıklıyım. Şu an çözemeyeceğim büyük bir derdim yok.
Ama içim sıkıntılı ve bomboş.
Hiçbir şey yapmak gelmiyor.
Elim kolum kalkmıyor.
Bilgisayarım köşeden arsız bir mahluk gibi bana bakıyor. Beynimi ve zamanımı öğütmek için. Bana vicdan yapıyor. Onu açmadığım her an bana kendimi suçlu hissettiriyor.
Dışarı çıkmak istiyorum.
Güzel görünmek istiyorum.
Arkadaşlarım ile buluşmak istiyorum.
Geyik yapmak istiyorum. Kakara kikiri…
Hayal kurmak, plan yapmak istiyorum.
Hafiflemek.
…
Ama sene 2020.
Her gün yeni bir felaket. Yeni bir ölüm haberi.
Nice anneleri, eşleri, babaları, kardeşleri, evlatları kaybettiğimiz bir sene.
Uzaklaştığımız, yalnızlaştığımız, koptuğumuz, korktuğumuz sene.
…
Toparlandım.
Bir ekrandan diğerine evde devrilen oğluma dedim:
“Bugün 1976. Öyle davranıcaz. hazırlan piknik yapıyoruz!”
Yaygı, kitap, termosta demlenmiş çay, ev yapımı kek, oğlan da torneti aldı -çünkü 1970’lerde scooter denmiyordu-.
Neden 1976 bilmiyorum ama her şeyin gerçek olduğu bir zamana dönmek istedim.
Elle tutulan gözle görülen bir yaşamı hayal ettim.
Cep telefonlarımızı kapadık.
Teknolojinin faydalarını -bindiğimiz taksinin Bağdat caddesine gitmek için Yandex’i açma çabası da dahil- kullanmadık. Para ile ödedik. Kimseyi yoldan ya da ordan burdan aramadık.
Bir iki küçük günahımızı itiraf ediyorum; teyp olmadığı için müzik çaldık,
Fotoğraf makinemiz olmadığı için fotoğraf çektik. Ama müziklerimizi nostaljik seçtik, fotoğrafı da film varmış gibi özenli iki kare olarak çektik.
Gün boyu kendimizi başka bir zamanda hayal ettik.
Sohbet ettik, sandviçlerimizi yedik, Çamlıca gazozumuzu içtik
Çok iyi geldi.
Beynimin kumandasındaki bu senaryoya ruhum inandı.
O camdan bakıp beni çekmeyen dünya başka bir yer oldu.Kendimize seçtiğimiz uzak köşede denize bakmak, değişmeyen martıları, denizin ışıltısını, bulutlardan sızan ışığı, patapata diye geçen balıkçı teknesini, süzülen yelkenlileri görmek daha tasasız olarak hatırladığım bir zamanı yaşattı bana.
Çünkü çok küçük bir çocuktum.
Halbuki kayıplar yaşadığımız sıkıntılı bir yıldı; belki de terörün yüksek olduğu, annemin kardeşimi yeni doğurup çok düşkün olduğu babasının taze kaybı ile baş ettiği, babamın ev hali ve işini bir arada yürütmekte zorlandığı bir yıldı.
Zamandan bize hep damıtılmış saf anılar kalır. Mutlu anlar.
İnsan çok kırılgan bir tür. Kanadı, sivri dişleri, pençesi, kürkü olmadan vahşi bir dünyada hayatta kalıyor. Ölüm var. Nice teknolojimize ve her şeyi bildiğini düşünen yapay zekamıza rağmen çözemediğimiz. Ne de onca öğretiye rağmen kabullenebildiğimiz.
Yaşamdaki acı, sıkıntı ve dertler için tek bir savaşma mekanizmamız var: Hayal gücü.
O kadar seviyorum ki bu kelimeyi. Başka dilde onun gücünden bahsedilmiyor.
Büyük bir güç, çünkü beyin gerçek ile hayali ayırt edemiyor.
Kendi anılarınızı bile değiştirebilirsiniz; acı çekmemek uğruna.
Yeni bir hakikat yaratmak mümkün.
Sevgili dostlarım.
Buralara kadar okuduysanız o zaman siz de benim satırlarımda kendi ruh durumunuzu bulmuş olabilirsiniz. Hayatın büyük dertleri dışında, her gün yaşanan küçük ama sürekli dertleri de vardır. İnsanı hasta eden de genelde budur.
Hayal gücü bize bahşedilmiş bir hediye, bir lütuf.
Bolca kullanın.
Siz bulunduğunuz durumdan fiziki olarak çıkamasanız da; düşünceniz hep özgür.
Bu zamanı, bu alanı kendinize tanıyın.
Ben akşam eve geldiğimde tazelenmiştim. Kendimi daha güçlü, daha mutlu, daha iyimser hissettim.
Yaşadığımız günlerin absürtlüğü, bunlardan kaçışın kendimize sistemli olarak hayal kurdurtmak, ölümün her gün her yerde ve her an kendini sevimsiz bir akraba gibi göstermesi ve tek mücadele biçimimizin “artık takmıyorum” kafası olması ile beynimde de Gaye Su Akyol’un şarkısı çalmaya başladı.
“İstikrarlı hayal hakikattir
Ölüm var ve bu bi rüyadır
Derdim derdine ortak olsun
Salla be, hayat Rock’nRollldur.”
Biraz kafa dağıtmak için…
Size de iyi gelmesi dileği ile…
Leave a reply