Türk’ün Ateşle İmtihanı

Türk’ün Ateşle İmtihanı

Misafir ağırlamada son ikramı bir kutu Festal ile bitiren bir aile geleneğinden geliyorum.
Annem yemeğe misafir geleceği zaman bir hafta öncesinden kampa giren bir insan. Salon ise son üç gün karantinaya alınır, özellikle kardeşim ve benim girmem yasaklanır. Sofra’da misafir başına ortalama beş tabak, yedi adet çatal bıçak, üç adet bardak, kadeh vs. konur. Annemin özenle hazırladığı menü, misafirlerin alerjileri, favori yemekleri, çocukluk anıları, kıyafetlerinin rengi, son bir ayda yedikleri yemekler incelenip oluşturulur.

Annemin misafir felsefesi “mutlu bir misafir 1000 misafir getirir”dir.

Çalışan bir kadın olarak misafir ağırlamayı yalan söylemeyim pek sevemedim. Zaten görev adamı olarak herşeyin bokunu çıkardığım için, aynen annem gibi ben de yemeğe misafir çağırmayı evde olağanüstü hal kapsamında değerlendirdim. Ama Allah için herkes memnun ayrılırdı. Ben de annem gibi soframı özenle kurar, mutfağımı toplar, bulaşık makinamı boşaltır, sonra sabahtan fön çektirdiğim saçlarım ve menü ile uyumlu seçtiğim kıyafetimi özenle giyer, makyajım tam, evim tamam, gelenlere kapımı açardım.

Bu bebekten önceydi.

Çocuk doğuracak olan herkese tavsiyem, doğum için hastane, doktor vs. bulmadan bir yardımcı bulmalarıdır. Benim yardımcım, evimin direği, benim diğer yarım Natalya Cumartesi günleri izin kullanıyor ve biz cumartesi günü sevgili dostlarımız Semra ve Orhan’ı akşam yemeğine davet ettik.

Bu hafta ,mubarek pazar günüm olan Çarşamba günü pazara gidemediğim için, ev tamtakırdı. Önce alışverişe gitmemiz gerekiyordu, genelde her beş dakikada bir uyanan evladım dili dışarıda saat 2’ye kadar derin bir uykuda olduğu için saat 2:30 civarı Carrefour’a gidebildik. Elimdeki liste ile kocam, ben ve Atlas’cım başı kesilmiş tavuk gibi bitmez tükenmez koridorlarda bir o yana bir bu yana koşuşturup gerekli nevalemizi alıp, tekerlekleri ittirdiğimiz yönün tersine dönen alışveriş arabası ile verdiğimiz zorlu mücadeleden sonra kasaya ulaştık. Yani kasa sırasına…

Kasada atom bombası atılmadan önce, sığınaklarına yığma yapan üç adet ailenin, her bir ürünün barkodsuz olanları özenle aldıklarını bir gelip bir giden patenli kız trafiğinden anladıktan sonra, sıra bize gelmeden bir süre de önümüzdeki kara çarşaflı ana kızın ısrarla almak istikleri pilates topunun mavi rengini bekledik. Sıranın bize gelmesini bayrak yarışındaki bir koşucu ataklığı ile beklediğim için, daha 5 cm bant boşalır boşalmaz ofiste oynadığım Tetris’in verdiği beceri ile bütün nevaleyi yığmaya başladım. Önce meyve sebze, sonra etler, arkasından fırın ürünleri, meyva suları, bisküviler, temizlik malzemeleri vs. vs. Alışverişi optimize eden bir ruh hastası olarak, gözüme kesinlikle bakmayan kasiyerin bunları karışık karışık atmasını onun durağan hayatındaki tek eğlence olduğuna karar verdim, ve rekabetçi bir hızla, o karışık attıkça ben klasifiye bir şekilde erzakları poşetlemeye başladım. Gündelik hayatta alkış olmadığına hayıflandığım anlardan biridir bu. Herşeyi, kısa bir süre içinde, bütün baltalamalara rağmen mükemmel bir şekilde poşetleyip bir başka savaş için beni bekleyen alışveriş arabasına yerleştirmiştim.

Kan ter içinde zaferimin anlık tadını çıkartmak isterken, o ana kadar babasının omzunda mutlu mesud etrafa gülücükler saçan oğlum “mam-maaaaaaaa” diye inim inim inlemeye, tepinmeye, kendini bir oraya bir buraya atmaya başladı. Kendimizi zor toparlayıp alışveriş arabasının izin verdiği hızla en yakın yemek alanına doğru ilerledik. Sıfır hata yemeğimiz olan böreği ısmarladık. Börek gelene kadar geçen 1,5 dakikada sinir krizleri geçiren oğlum, ağzına henüz garsonun elindeki tepsideyken sokuşturduğum böreği dili ile tükürdü. Bir kaç denemem de başarısız kalınca mecburen tok karnına börek yemiş oldum.

Dakikalar acımasızca ilerlerken, bu sefer büyük oğlum; kocamın kahvesi geldi. Ben üzerimde akşama doyuracağım onca insanın sorumluluğu ile boğazımdan aşağı bir fincan kaynar çayı yuvarlayıp, geri kalan 15dk. Huzursuz bacak sendromum dorukta, kocamın bir fincan kahvesinin bir gurme havası ile tadını çıkarmasını bekledim. Söylememe gerek var mı bilmiyorum ama tabi ki o 15dk. boyunca elimdeki imkanlar ile (kağıt peçete, şeker poşeti, pipet, karıştırıcı) çeşitli showlar ortaya koydum. Kocam kahvesini bitirip oynaşan oğlu ile karısına aşk dolu bir bakış fırlattı, ben keskin bir manevra ile bana en az 5 dk kaybettirecek bir öpüşme-koklaşma-kucaklaşma ritüelinden sıyrılıp, parmağım ile tıktıktık saatimi gösterdim.

Arabaya eşyaları yükledik, bizden nefret eden alışveriş arabamızı bir kilo domates parasına tekabül eden 1 liramızı almak üzere yerine götürdük (huzur içinde yatsın), oğlanı, onun inadına, kendini kasıp bir odun gibi durmasına ve çığlıklar atmasına bakmadan yerine bağladık ve yola koyulduk. Eve giden en uzun yolları bilen ve her acelemiz olduğunda yeni uzun yollar keşfeden kocamın kaptanlığında saat 5 te eve adım attık.

Üzerindeki montu ve kazağı parçalayarak çıkartmaya çalışan oğlanın üzerini değiştirirken telefonum çaldı. Arayan Semra’ydı. Yola çıkmışlardı ve en az yarım saat en fazla bir saat sonra bizde olacaklardı. İşte içimdeki lider o zaman doğdu. Evin merkezi bir alanına geçtim ve tek elim belimde parmağım kararlı bir şekilde yapılacakları göstererek evin erkeklerine emirler yağdırdım:

-Alirıza sen poşetleri boşalt
-Atlas sen ayakkabıları yalamayı bırak
-Alirıza bulaşık makinasını boşalt
-Atlas damacanayı sürüklemeyi bırak
-Alirıza mutfağı boşalt
-Atlas çoraplarını ağzından çıkar

Ve ben kendimi üzerimde Alirıza’nın uzun zaman önce gözden çıkardığı solmuş T-Shirti ve benim kızartma bandanam ile mutfağa kilitledim.

Kafamda hemen emprovize bir menü oluşturdum. Yarım saat içinde 5 adet soğan, 1 baş sarımsak, bir kıvırcık, bir demet nane, 5 domates, bir kilo brüksel lahanası yıkanmış doğranmış, 3 tencere yemek yapılmaya hazır bir hale gelmişti.

Ana yemeğimi yapmaya başladığımda ana malzeme olan bulgurun evde olmadığını fark ettim. Burada yazmayacağım son derece yaratıcı sıfatlar ile kendimle kavga ettikten sonra hızlıca düşünüp başka malzemeler ile yemek uydurmaya karar verdim. (Sonra Semra bunun ünlü bir Van yemeği olduğunu söyledi. Van’da bir ev kadını benim yaşadıklarımı yaşamış olmalı demek.)

Ana yemeklerden biride kendime çok güvendiğim kuzu sote idi. Böylelikle, yarım saat içinde kuzu, uydurma Van pilavı, lahana ordövr ocağa konmuş ben salataları yıkama faslına geçmek üzereydim. Kapı çalındı. Orhan ve Semra geldiler. Mutfaktan çıkıp kocamın yakasına yapıştım:

-Bana bak beni böyle kimse görmemeli, kimseyi mutfağa alma, mutfak rezalet, annem bunu bilmemeli, yemek hazır değil, çocuk nerde, o ne giydi, salon toplu mu …

Cinsinden bir hezeyan geçirdim. Kocam ben omuzlarımdan sarsıp, herşeyin yolunda olduğunu, Orhanların bizim çok yakın dostumuz olduğunu, ve alt tarafı yemek yeneceğini söyledi.

Mantıklı. Peki neden ben bayılacakmış gibi hissediyorum.
Anneme ihanet ettim.

Mutfağım pis, dağınık, sofram kurulmamış, ben besleme kıyafetimde, kuzu eti yanmakta idi…
Nesillerdir devam eden bir efsane yok olmuştu. Ben ailemin yüzkarasıydım.
Bu hisler içinde mutfaktaki erzak dolabının arkasına sinmişken, olan oldu, Semra ve Orhan mutfağa girdiler. Beni o halde gördüler.

Semra, olağanüstü görünüyordu, saçları yeni kesilmiş, yeni boyanmış, şıkır şıkırdı. Üstelik elinde bizim için yapmış olduğu fırında makarna ve cheese cake vardı.
Ben, benim annemin kızı olmayı hak etmiyordum, Semra annemin kızı olmalıydı.
Bütün itirazlarıma ölümü, dirimi ortaya koymama rağmen, Semra, o şıkır şıkır Semra, önce bulaşıkları yıkadı, sonra mutfağı topladı ve Alirıza ile birlikte sofrayı hazırladı. Ben ancak bu sırada, sonradan Orhan’ın hayatı boyunca aynı odada bile olmaktan hoşlanmadığını öğrendiğim kuzu eti, uydurma Van pilavı, salata ve ordövrü hazır ettim.

Alirıza’ya emanet ettiğim oğlumuz ile bir şekilde bütün bunlar olurken kaçmış, hareketin merkezi olan mutfağa gelmiş ve yine “mamm-mmaaa mamm-maaa” diye tepinip, aynı anda 3 yemeği karıştırırken kucağıma gelmek için üzerime tırmanmaya çalışıyordu. Onun fındık suratı ve 5 adet büyük soğanın da etkisi olduğunu varsaydığım yanaklarından akan gözyaşlarına dayanamayıp kucağıma aldım. Böylelikle yemekleri karıştırma işi bayağı bir ilim haline gelmişken, sofra hazırlandı, Atlas bey baş köşeye kurulmuş olan mama sandalyesine, transfer oldu.

Tabi ki bu acısız olmadı, babası kucağımdan aldığı zaman, Nazilere verilecek bir yahudi kuyumcu gibi bakışlarla bana baktı ve avazı bastı. Bu arka plan müziği eşliğinde ben besleme formamı çıkarıp, üzerime makul bir bluz giyip, saçımı toplayıp bir de inanmazsınız, parlatıcı sürdüm.

Sofraya geri döndüğümde alkışlarla karşılandım, bendeki değişimi takdir edildi.
Yine öncelikli olarak oğlanı doyurmak lazım geldiği için sofradaki her şeyi Plan A , Plan B, Plan C olarak denedik ama sonuç hep aynıydı, çiğnenip dili ile dışarı atılmış bilimum yemek. Bu arada yemek başlamıştı, Orhan tabağındaki herşeyi silip süpürdüğü halde önündeki tabakta kuzu eti bir öbek olarak duruyordu. Anaç bir eda ile Orhan’a sordum:

-Orhancım nooldu eti sevmedin mi?
-Yok ben yavaş yiyorum.

Tabi tabi, bunu külahıma anlat. Başarısız olmuştum. Kuzu eti! Ne düşünüyordum acaba? Annem olsa asla bu hataya düşmezdi. Bir özgeçmiş araştırması yapmadan yemek hazırlarsan böyle olur işte!

Her ne kadar yaklaşık 3 saat önce börek yemiş olsam da, yine de acıktığımı hissettiğim anda, tabi ki, oğlan gözlerini kaşıyıp mızırdanmaya başladı. Eşim bana bakıp:

-Bak uykusu geldi yavrucağın. Dedi.

Yavrucağı kucakladığım gibi, sofradan özür dileyerek kalktım. Önce oğlanın banyosunu hazırladım. O mutluluk içinde banyonun tadını çıkarırken, içeriden yemek yiyen ve sohbet eden insan sesleri geliyordu. Oğlan yıkandı, yağlandı, iki metreye iki metre yatağımızda yaptığı bütün kaçış, oyuncuk, fırfır dönüşlere rağmen altı bezlendi ve sütü eline verilip uyku moduna geçildi. Oğlanın nefesi derinleşince kolunu şöyle bir kaldırıp bıraktım, evet canavar uykudaydı. Onu kucağıma aldım ve kendi yatağına koydum, tam yatağına indirirken gözlerini açtı ve sırtından bıçaklanmış Sezar ifadesi ile bağıra bağıra ağlamaya başladı, kucağıma aldım, boynuma yapıştı…Onüç kıta Karlı Kayın Ormanı’nı söyledikten sonra uyuduğundan emin olunca yatağına atıp koşa koşa salona gittim.

Yemek bitmiş, tatlıya geçilmişti. Kadehimde duran şarabı başıma diktim, bir taneye daha ihtiyacım vardı, içimdeki kadını uyutmam ve anne olarak hayatıma devam etmem gerekiyordu, ama şarap bitmiş, sohbet koyulaşmış, pasta azalmıştı. Ben pastadan bir dilim aldım, bir lokma ağzıma attım, ve işte o an yine o sesi duydum “Anniiiiinuuaaaa anniiiiuuuaaaaa” evet oğlum 3 dakika 17 saniyelik derin uykusundan uyanmış ve kucakta olmadığını fark etmiş esef ile ağlıyordu. Koşarak içeri gittim, ilkokul dörtteki okul korosunda öğrenip, unuttuğumu zannettiğim bütün şarkıları ona söyledim ve yeniden yatırdım. Tekrar koşarak salona döndüm. Semra sofrayı toplamış bulaşıkları yerleştirmişti.

Ölmek istiyordum.
Ben nasıl bir ev sahibesiyim! Annemin kınayan bakışlarını üzerimde hissederek bari çayı özenle bugünler için sakladığım Royal Albert takımda servis etmek üzere hazırlanırken, bir diğer kınama ile kendime geldim…”Annüüüüeeeeeaaa Aniiiiüüüüaaaeee” koşarak içeri gittim, oğlan yatağında oturmuş elleri dizinde makus talihine lanet okuyordu. Ben nasıl bir anneydim ki; onu sonsuza dek şarkı söyleyerek omzumda taşıyacağımı hissettip o uyur uyumaz yatağına atıyordum.

Oğlanın ayaklarına ve sırtına masaj yapıp bir süre daha uyuması için dualar edip, o uyur uyumaz demlendiğini umduğum çayı servis etmek üzere mutfağa koştum.
Ben çayları koyarken, Semra geldi:

-Meldoş biz gidelim artık geç oldu.
-Hayır olmaz, asla bir dakka bekleyin geliyorum ben!

Çayları servis ettim, salona geldim.
Tam oturdum oğlan yine ağlamaya başladı. O uyurken biz günümüzü gün ediyorduk, bu nasıl olurdu.

Salondaki ışıkları azattık, onun uyku köpeği ve yastığını ve anne öpücüğü battaniyesini, ve her akşam içtiği bir litre sütünü aldık ve salonun başköşesinde herife otağ kurduk.

Gecenin bundan sonrasında oğlumuz yanıbaşımızda tosur tosur uyurken biz de normal insanlar gibi sohbet etme fırsatı bulduk. Semra’nın yeni açacağı sitesinden, Orhan’ın çocukluğuna yaklaşık 1,5 saat süren bir misafirciliğimiz oldu.

Salon ışıklarını azaltmamız sevgili eşim Alirıza’da da etkisini gösterdi ve mırmır konuşmalar arasında göçtü. Sonunda nazikçe izin isteyen Semra ve Orhan kalktılar. Arkalarından el salladık.

Eşim ben yatıyorum dedi, ve uykusuna yatay konumda devam etti. Oğlanı da yanına kattım ve onları gönderdim. Ben evi temizledim, oğlanın ikinci parti sütünü hazırladım, ortalığı topladım ve zerre kadar uykum olmadığı halde yatağa girdim. Yatağa girer girmez oğlan uyandı. Çaresiz yanıma aldım.

O zamana kadar nasılsa uykusunu almış olan Atlas saat üçe kadar benimle bilimum oyuncuklar oynadı, bin kere yataktan indi ve onu koridorda yakalayıp geri getirdim. Sonunda saat 3 de kolumu ona yem olarak verdim ve kolumu kemire kemire uyudu. Ben de o saatte yattım.

Saat sabah 5 di, rüyamda kulağıma kar suyu kaçırdığımı görerek uyandım. Gece sanırım ağlayan, ama benim duymadığım oğlana, babası biberonunu vermiş, o da biberonundan iki fırt aldıktan sonra yana atmış ve biberondan akan süt benim kulağıma dolmuştu. Bu arada oğlanın yastığı, benim yastığım ve yatak da nasılsa 100cc süt ile sırıl sıklamdı. Sabah saat 6 ya kadar bu huzursuzluk ve rahatsızlık ile uyumaya çalıştım. Alirıza da Atlas da derin derin uyudukları için pek kıpırdayamadım. Aklımdan San Francisco günlerim, yaz aşklarım, sıkılana kadar kitap okumam, gördüğüm tüm filmler, boş zamanlarım ve derin uykularım geçti. Bayılmışım.

Sabah saat 7 de enerji bombası olarak uyanan oğlumun debelenmeleri beni ayıltmaya çalıştıysa da pek başarılı olamadı. Gözlerimi zar zor açıyordum. Bir ara yataktan inmeye çalıştığını gördüm, sonra gözlerimi açtığımda ayakkabılarıma sarılmış olarak uyuyordum (Bizim oğlanın sürekli, bize ait ne varsa elimize tutuşturma hastalığı var) Ayakkabıları yataktan aşağı attım. Gözlerimi açık tutmaya ve oğlanı oyalamaya çalışırken içim geçmiş, “Culp” diye bir sesle uyandım, Alirıza’ya evlilik yıldönümümüzde almış olduğum saati benim başucumdaki suya atmıştı. Onu oradan çıkarıp uzanamayacağı bir yere koydum. Tam herşeye rağmen yatağıma geri dönmeyi düşünüyordum ki arkamda yere çömelip ıkın ıkın ıkındığını ve arkasından gelen keskin kokuyu duydum. Amonyak etkisi yaptı bu bana. Uyandım. Oğlanı temizledim, giydirdim, onun yemeğini yedirdim. Eşim uyandı. Saat sabah 8:30 du ve önümde Natalyasız bir koca gün daha vardı…

Kariyer de yaparım çocukta diyen,
Hatta sadece sek çocuk yapmak isteyenlere duyurulur.

Erol Evgin’in dediği gibi çocuk mu?

“İşte Böyle Birşey”

One comment

  • Joe Doe
    Mayıs 9, 2023 - 9:26 am

    The design is simple and elegant. The customer support on this product is also amazing. I would highly recommend you to purchase templates from the Marketify team! Thank you for the wonderful project.

    Yanıtla

Leave a reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir