Adım Melda Göknel,
Zaten linki yanlışlıkla yazıp da buralara gelmiş olmanız pek mümkün değil! Akıllı akıllı konuştuğum, eğitim verdiğim, ders anlattığım, atölye falan düzenlediğim bir yerden beni tanıyorsanız ve acaba neler yapıyor diye merak ettiyseniz...

Merhaba!
Ben Melda,
Ankara’da doğup İstanbul’da yaşayan bir Eğitmen, Danışman ve Tasarımcıyım!
Kendimden biraz bahsetmek isterim; şimdilerde eğitim, danışmanlık ve tasarım yapsam da 2015 yılında kendi şirketimi kurana kadar çeşitli işler yaptım.
Mesela, İstanbul’un ilk şehir portalını tasarladım, interaktif TV kanalları yarattım, İddaa’nın sosyal sorumluluklarından markasına kadar her işinden sorumlu devlet bakanlığı yaptım; buradaki oyun bilgimi bu sefer eğitime taşıdım hem eğitim hem kültür hem de mobil oyunlar üzerinde çalıştım…bu kadar işi bilince bu sefer daha büyük projelere dahil oldum ve Türkiye’deki en çetrefilli teknoloji işlerine de bulaşmış oldum.
Neyse ki arada oğlum doğdu da ben de kafamı toparlayıp aslında ne istediğime biraz odaklandım. Tabi ki hayat felsefesi “boş duranı Allah sevmez!” olan biri için faal bir şekilde çocuk bakma operasyonunu yürütürken sadece sevdiğim işlerden para kazanmayı da sürdürdüm. Taa ki artık koskocaman 2 yaşında bir adam olmuş oğlumu okula yazdırıp, sıcak kahve içip topuklu ayakkabı ve elbise ile geçen kurumsal günlerime şevkle dönme arzusu dayanılmaz oluncaya kadar! (bütün bu günleri bloğuma bakıp yad ediyorum)
31 Aralık 2010’da yeni yıl hedefim olarak “Kendi işinde lider ve odaklı bir kurumda pazarlama ve iş geliştirme yapmak! ”cümlesini dile getirdikten 15 dakika sonra aldığım “Merhaba, ben Pronet’ten Nihan, Pronet kendi işinde lider ve odaklı bir kurum olarak pazarlama ve iş geliştirme konularında çalışacak bir kişi arıyor, sizinle görüşmek istedik!” konuşmasından sonra ulvi bir şekilde girdiğim Pronet’te yapılmadık pazarlama ve iş geliştirme işi bırakmadıktan sonra, artık biraz da kadınsı tarafımı besleyecek bir iş arayışındayken…yine aynı Nihan bana bu sefer Lotis Pharma’da harika bir pozisyon bularak kurumsal hayatı zirvede bırakmama vesile oldu!
Yıllar içinde aldığım eğitimler, okuduğum kitaplar, karşılaştığım insanlar ve üstesinden geldiğim projeler çalışırken fark ettiğim; iyi yaptığım, piyasanın da ihtiyacı olan konularda hap haline getirebileceğim bazı beceri ve yetkinlikleri zamanla eğitime ve eğitim alan kurumlarda uygulamalarını kolaylaştırmak için danışmanlıklara çevirdim.


1995 yılında Amerika’da Akademik olarak ders verme maceram, beni daha sonra Yıldız Teknik Üniversite’sinde İnteraktif Proje Dersleri vermekten, Türkiye’nin en iyi okullarının hemen hepsinde seminer ve atölye çalışması yapmama, halihazırda da iki Üniversite’de ders vermeme taşıdı. Derin bilgiye meraklı bir kişi olarak, çok kıymetli Prof.Dr.Umur Talaslı (her daim rahmet ile andığım ve kaybını derinden hissettiğim) hocamın verdiği Algı ve Davranışsal Psikoloji konusunu hiç bırakmamam benim için hayatımı, bilgiyi karşı taraf için ilhama çevirmemi sağlayan bir simya oldu.
Amerika’da aldığım eğitimin bir parçası da hep meraklı olduğum sinema ve TV konularıydı. Bu konularda hem çalışıp hem de amatör olarak uğraştıktan sonra bir organizasyona denk geldim ve benim için soğuk Şubat günleri bir anda bambaşka bir keyfe dönüştü. Bu organizasyon ise bana şu an uzmanı olduğum Design Thinking konusunun kapılarını 2008’de açtı. Çocukluğum ile ilgili bir efsane olan 6 aylıkken konuşmam aslında gelecekteki hayatımın ipuçlarını verse de ben yazma ve çizme konusunda yine de elimden geleni yaptım ve bu konuda hem öğrenmeye hem öğretmeye hem de yaratmaya devam ettim.
Buraya kadar okumuş olanlar artık aşağıdaki şemada neler anlatmak istediğimi anlamıştır. Kısaca sevgili ziyaretçilerim…Size aktardığım konuların arkasında sadece teorilerin değil, yaşanmışlıkların, tecrübelerin, çok miktar bilginin ve eğlenceli hikayelerin olduğunu anlatmak istedim..
Umarım bir gün yüz yüze de tanışırız
What I Do for My Clients
-
Danışmanlık
İnovasyon Gelişim ve Yetenek Yönetimi, Değişim Yönetimi
-
Eğitim
DESIGN THINKING – Tasarımcı gibi Düşünme, STORYTELLING – Dinleten Anlatımlar, CREATIVE LEADERSHIP – Yaratıcı Liderlik Atölyesi, KRİTİK DÜŞÜNCE ve KARMAŞIK PROBLEMLERİ ÇÖZME
-
Fasilitasyon
Designtinking, Storytelling, Service design, Fikir Fasilitasyonu, İçgörü
-
Konuşmacı
TED, Seminerler, Etkinlik, Webinar,
-
Consultancy
Kobita tumi sopno charini hoye ersest labo met, consectetur adipi ctetur adipisicing eod tempor
-
Web Development
Kobita tumi sopno charini hoye ersest labo met, consectetur adipi ctetur adipisicing eod tempor
I Worked for Some Big Companies
Experience
-
Lecturer (Executive MBA, MBA, ENTR)(2016 - )
ÖZYEĞİN UNİVERSİTYYüksek lisans düzeyinde, İşletme Yönetimi Yüksek Lisansı (MBA) programları için Tasarım Düşünce üzerine dersler veriyorum. Ayrıca, İşletme ve Yönetim Fakültesi'ne bağlı Girişimcilik Bölümü'nde Lisans düzeyinde, İnsan Merkezli Tasarım dersleri veriyorum.
-
Kendi İşim(2015 - )
MELDA GÖKNEL20 yıllık kurumsal deneyimimle pazarı, tüketicileri ve trendleri anlamayı başardım. Bu bilgi birikimimi şirketlere kendi stratejilerini oluşturmalarında yardımcı olmak için kullanıyorum. Danışman olarak, çeşitli sektörlere tasarım düşünce tarzını ve insan odaklı yaklaşımı uygulayarak ileriye dönük düşünmelerine destek oluyor, farklı ürünler, hizmetler ve sistemler evrenlerinde ilerlemelerine yardımcı oluyorum.
-
Öğretim Görevlisi(2015 - )
İSTANBUL AYDIN UNİVERSİTYMimarlık ve Tasarım Fakültesi Endüstriyel Tasarım Bölümü'nde öğretim üyesiyim. Endüstriyel Tasarım süreçlerini öğreten bölümün ana dersi olan EUT 201 kapsamında, tasarım metodolojisinin birleştirilmiş kullanımı ile bir fikri sonlu, uygulanabilir bir ürüne dönüştürme konularında dersler veriyorum. Aynı zamanda, tasarım projelerini baştan sona yönetmeyi, iş modeli tuvali ile birlikte brief aşamasından uygulamaya ve üretimden satışa kadar yönetmeyi öğreten EUT466 - Tasarımda Proje Yönetimi dersini işliyorum. Etik, Ahlak ve Tasarım İlkeleri dersimde ise tasarımın insanlar, gezegen ve kar kazanç (people, planet, profit) ilkelerini iş hayatının ahlaki, ahlaki ve sürdürülebilir yönleriyle birleştiren içeriğe odaklanıyorum.
-
Group Marketing Director(2014 - 2015)
LOTİS PHARMALotis, 10 yılı aşkın bir süredir sektörde faaliyet gösteren bir şirkettir. NeoStrata, ISIS Pharma, Hamilton, Exuviance gibi dünya çapında 9 farklı markayı temsil etmektedir. Grup Pazarlama Direktörü'nün görevi, Lotis Grubu'nun yeni kurumsal vizyonunu ve stratejisini geliştirmektir. Ayrıca, mevcut pazardaki varlığını ve gelişimini yönetmekle sorumludur. Aynı zamanda, 9 marka ve 450'den fazla ürün için üç farklı kanalda (eczaneler, klinikler/doktorlar ve güzellik merkezleri) pazarlama stratejileri geliştirmek de görevlerinden biridir. Grup Pazarlama Direktörü, tüm satış kanalları için kampanyaları düzenlemek, tüm markaların ve ürünlerin pazarlama iletişimini yönetmek, aynı zamanda PR ve çevrimiçi/sosyal medya iletişimi düzenlemek, şirket personeli ve kanal personeli için etkinlikler ve eğitimler düzenlemekten sorumludur.
-
Marketing and Business Development Manager(2011 - 2014)
PRONET SECURİTY SERVİCESPronet markasının genel algısından bireysel ve kurumsal müşterilere, aynı zamanda genel kamuya sorumludur. Ana akım ve çevrimiçi medya, PR faaliyetleri, sadakati artırıcı ve ROI'yi optimize eden iş geliştirme stratejilerini içeren pazarlama stratejilerini geliştirmekle sorumludur. Hem geleneksel hem de çevrimiçi kanallarda potansiyel müşteri oluşturmaktan, potansiyel müşteri/satış oranlarını izlemekten ve şirketin toplam satış hedefini artırmak için potansiyel müşteri oluşturma stratejileri geliştirmekten sorumludur. Bölümsel ve ürün tabanlı iş geliştirme görevlerini yönetir, mevcut müşteri tabanı için yeni ürünler bulur ve mevcut ürün ve hizmetler için yeni müşteriler bulur. Satış kanallarını geliştirir ve yönetir. Bölümün yeni sektörlere girmesine yardımcı olur, yeni projeleri takip eder ve satış ekibi için potansiyel müşteri yaratır.
-
Business Development Consultant and Liaisons’ Manager(2010 - 2010)
ANYSCREEN PRODUCTİONSLondra merkezli uluslararası bir yeni medya danışmanlık ve etkinlik organizasyon şirketi olan Anyscreen Productions (www.anyscreenproductions.com) için stratejik iş geliştirme danışmanı olarak çalıştım. İstanbul'da TED etkinliklerinin düzenlenmesinde görev aldım.
-
Writer, Illustrator, Consultant(2008 - 2011)
FREELANCE• İnternet portalları ve web siteleri için içerik geliştirme ( Hayat üzerine yazılar www.meldagoknel.com'da, hamilelikle ilgili www.hamileyeyardimciyiz.biz'de, güzellik ve kozmetik üzerine e-ticaret portalı www.bakimlikadiniz.biz/tr'de), • Çocuk kitapları illustrasyon ve tasarımı (Microsoft Çocuk Portalı "Çok Gizli Günlük" için içerik sağlayıcı), • Kurumsal bültenlerin editörlüğü (TOBB ve AB için İngilizce ve Türkçe olarak iki yılda bir yayımlanan ABİGEM bülteni), • Yazı yazma (Hillsider Magazine için yazılar ve illustrasyonlar), • Etkinlik sunumu (Berlin'deki önemli bir film endüstrisi etkinliğinin sunucusu ve moderatörü, www.insightout.com), • Tasarım (SYK ve Hardline için logo ve ambalaj tasarımı; Patika Tanıtım için karakter geliştirme ve illustrasyon).
-
Business Development Manager(2004 - 2008)
METEKSAN SİSTEM A.S. , İSTANBULUluslararası pazar yerini ve teknolojik gelişmeleri yakından tarayarak yeni ortaklıklar ve iş fırsatları geliştirme. Mevcut ve gelecekteki işletmeler için İş Planları hazırlama. Sözleşme müzakerelerini, uluslararası iş ilişkilerini yönetme. Tedarikçi ve müşteri yönetimi. Yeni gelir akışları oluşturmak için satış ve ürün stratejilerini belirleme. İhtiyaçları karşılayan niş çözümler ve hizmetler bularak sektöre özel projeler geliştirme. (RFID, IPTV, UMPC, TETRA ve WIMAX alanlarında ilgi alanları)
-
Marketing and Business Development Manager(2002 - 2003)
INTELTEK , İSTANBULŞirketin pazarlama faaliyetlerini yönetme. Pazarlama, iletişim, halkla ilişkiler, müşteri ilişkileri yönetimi ve çoklu platform (GSM, Web, iTV, IVR, terminal) iş geliştirme faaliyetlerini yöneten ekipleri yönetme. Yerel ve uluslararası düzeyde kanallar, tedarikçiler ve ortaklarla ilişkiler geliştirme. Çağrı merkezi operasyonlarını koordine etme, çeşitli çağrı merkezi senaryolarının oluşturulması ve geliştirilmesi. Reklam kampanyalarını, PR faaliyetlerini ve ortak eğitimlerini yönetme. Online bahis alternatif satış kanalının; teknoloji, finans, içerik ve ergonomi açısından yönetilmesi (www.libero.net). Şirketin kurumsal kimliğini oluşturma ve marka geliştirme; hem spor bahis oyunları hem de online bahis şirketi için. Yaratıcı ekibin bir parçası olarak, şirketin pazarlama operasyonlarında hızlı hareket etmesine ve ajans iletişim süresini minimize ederek maliyetleri azaltmasına yardımcı olma.
-
Marketing Executive(2001 - 2002)
MAPCO , ISTANBULTurkcell Grup Şirketleri için teknoloji araştırması yaparak ve popüler içerikleri analiz ederek gelecekteki VAS (Değerli Ek Hizmet) stratejilerini belirleme. Projelerin gelir-gider tablolarını hazırlama, proje yönetimi ve operasyonların karlılığı. Halkla ilişkiler faaliyetlerinden sorumlu olma ve basın bültenleri oluşturma.
-
Interactive Channels Coordinator(1999 - 2001)
DİGİTURK , ISTANBULDigiTurk için etkileşimli kanalların stratejisini ve gelişim plan ını belirleme. Etkileşimli kanalların proje yönetimi; sözleşme müzakerelerinden, bütçelemeden, arayüz tasarımından, satın almaya kadar sorumludur ve teknik olanakları içerir. DigiTurk içinde ve Philips, Anderson Consulting (şu anda Accenture), OpenTV ve Lysis gibi üçüncü taraflarla görevleri koordine etme. Etkileşimli kanalların satış ve tanıtımı ile müşterilere nakit oluşturma, aynı zamanda müşteriye özel kanalların (Pamukbank ve YKB bankacılık kanalları gibi) proje ve tedarikçi yönetiminden sorumludur; medya pazarlama alanlarını geliştirmektedir.
-
Part time Instructor(1998 - 2003)
YILDIZ TEKNİK UNİVERSİTESİ , ISTANBULİletişim Tasarımı Bölümü öğrencilerine projeleri üzerinden ders verme. Online medya ve arayüz tasarımı üzerine seminerlere katılma ve düzenleme.
-
Creative Director(1997 - 1999)
LİNK MULTİMEDİA , ISTANBULEtkileşimli portal ve filmler tasarlama ve üretme. Post prodüksiyon ve etkileş imli projelerde hizmetler sunma. Tasarım ve geliştirme ekiplerini denetleme. Projenin hesap yönetimi, sunumu, tasarımı, sözleşme yapımı ve bütçelemesi açısından iş ve yaratıcılık yönlerine hizmet etme.
Education
-
Mastering Design Thinking
MIT (IDC Sloan) -
Computer Arts (Interface Design) (UX-UI)1997
Academy of Art College -
Architecture (Industrial Design) 1993
Middle East Technical University -
High School1989
TED Ankara College
I Work Hard to Improve My Skills Regularly
-
0
Digital Products -
0
Direct Clients -
0K
Total Projects -
0+
Awards Win
What Clients Say
-
“son yazınız harika” Serdar Aksoy –sizin motivasyonunuz da olmasa…
Serdar Aksoy
-
“Sevgili Melda; Öncelikle hayırlı uğurlu olsun diyorum. İnsanın hayal ettiğini gerçekleştirmesi ne güzel! Senin adına çok sevindim. Aslında bir çok şeye zaman ayıramama çoğu zaman da ayırmak istemememe rağmen deminden beri siteni gezip yazılarını da keyifle okuyorum. Ve çok güldüm. Düşünen ve üreten insanların yazmaya ihtiyacı var, hayatın ve insanların da onların yazmasına... Edebildiğim kadar takip edeceğim. Açık yürekli,akıcı, komik ve dürüst yazıların çok keyifli. Tekrar tebrikler, kolaylıklar 🙂 “
Semra
-
“Meldacim, epeydir sayfani ziyaret etmemistim.. Aklima geldi, bir bakayim , dedim.. İyi ki bakmisim..:)) Son yazinla yine guldurdun beni..)) Ozellikle babanin Çit meselesi cok komikti.. Ama sunu demeden de yapamayacagim: Noolur kendini bu kadar yorma arkadasim... Sevgiler “
Ozlem –sadık izleyicim iyi ki varsın!-
-
“En son yazın beni benden aldı diyorum, daha da birşey demiyorum. Bir tek şu eksik, ben 15dk geç kaldığımda bir de yöneticimden laf işitiyordum. Change your life or change yourself :))))))))))))”
Yasemin
-
“Meldacım, seni tebrik ediyorum. İnanılmaz bir insanları büyüleme potansiyelin var. Okudukça okumak geldi yazılarını. Bir kadında bukadar çok mu marifet olur ya :))) Seni yıllar sonra bulduğum için çok mutluyum. Ama en çok seni bukadar başarılı ve mutlu gördüğüm için mutluyum. Bravo sana :)))”
Burçe
-
“Melda'cığım, Canım Arkadaşım.. Sürpriz verilen hediye paketleri gibisin. İnan içinden ne çıkacağını kestirmek imkansız. Atom Karınca misali enerjin, insana kasvetli gri günlerden sonra gelen ilkbahar coşkusu yaşatıyor. Canım benim, çizimlerine B A Y I L D I M... Onları bir şekilde değerlendirmezsen inan yazık edersin. Atlas, başlı başına bir güzellik. Hoş, Ali Rıza ve senden çirkin ve sevimsiz bir karışım çıkması da düşünülemezdi zaten. Seni en son ne zaman gördüğümü hatırlayamıyorum bile. Ama, benim için arkadaşlığının anlamını tahmin bile edemezsin. Ne yapsan iyi yaparsın. Kalbinin temizliği ve güzelliği gözlerinden fışkıran, benim canım arkadaşımsın. Çok başarılı ve sen kokan bir site yapmışsın. Bundan böyle keyifle ve merakla takip edeceğim. Seni çok öpüyorum...”
Gamze
-
“Çok güzel bir site olmuş canım.Ellerine sağlık”
Baise
-
“Melda'cım belki yeni yazılarını sayfaya koymuşsundur diye büyük bir hevesle aradım ama bulamadım yeni yazı isterimmmm :)”
Özlem – tamam koyuyorum-
-
“sayfanıza rastladım ve cok sevdım (sizi mi sayfayı mı bilemiyorum) , devam... sevgiler”
Dr. Arzu
-
“Lovely boy, great drawings, bilingual, so many talents !”
Phillppe
-
“Melbocugum yazilarini buyuk bir ilgi ve hayranlikla takip ediyorum. Ayrica Arzu ya bahsettim o da okumus cok begenmis ve eglenmis...Kucuk bir tavsiyem yazilarina tarih koyman...sevgiyle kal...”
BorBor
-
“Site çok guzel o resimleri gercekten sen mı çizdin”
Ege
-
“Sevgili arkadaşım. Bu ne yaa. bu ne. bu nasıl bir anlatım,bu nasıl bir anlatıma ruh katım. Okunmuyor, gözler kelimeleri görürüken olaylar yaşanıyor. Seninle arkadaş olmak işte böyle tatlı bir şey. Sen bizim kadar şanslı değilsin çünkü, senin, senin gibi bir arkadaşın yok.Napalım bu da senin kaderin.sevgiler. atlası mıncıkla.AliRızaya selamlar”
Çok Sevgili Serdar Beyciğim!
-
“Meldacim... senin izini bulduguma o kadar sevindim ki, gercekten "iki satir" yazmadan edemedim. Oglun harika...inanamiycan ama benim oglum kucuk Derrin neredeyse liseyi bitiriyor...bende hayatimin 4'uncu chapter'ina hazirlaniyorum. Hala US'deyiz, facebook'ta buldum seni (tesaduf Volki'nin sayfasina bakiyordum)..hemen invite gondericem. Firsat yakaliyabilir, gorusursek ne iyi olur. Sevgiler canim.”
Berna
-
“Canim dostum can dostum, defneyi uyusun diye bilmem kacinci kere emzirirken aklima geldi ve dur bakalim Melda neler yazmis dedim. Yine beni coook guldurdun bir 8 bir de 4 aylik bebe sahibi annenin hislerine tercuman oldun. Bu satirlari da hala emzirirken blackberry ile yazmaktayim Ellerine saglik...”
Damla
-
“Mükemmel..özellikle Atlas ile ilgili olan kısımlar(kendimden ve oğlumdan bi dolu şey buldum) sevgiler”
Ayşegül
-
“Meldacım eline sağlık çok beğendim; inan beni başka bir dünyaya götürdü. Ali verdi adresi öyle gördüm. selamlar. çok çok öptüm.”
Alaeddin
-
“Facebook’da asla bulamayacağınız anlar! baslikli yazin tek kelime ile harika:) yazdiklarini senin mimikleirn ve ses tonunla okudum icimden:) super bir hatunsun sen:)”
Ayakkabı Perisi
-
“Meldacigim... Super bir anne olmussun...Atlas muthis yakisikli... Bana yaz lutfen, izini kaybetmistim, simdi bulduguma cok cok sevindiiiiim:) Opuyorum seni kocamannnn...”
Ayakkabı Perisi
-
“Canım Meldacımm:) Çocukluğumun tatlı arkadaşını yıllar sonra yazılarında bulmak varmış... Altınoluk taki evimizin bahçesine kurduğumuz çadırı hala unutamam ve sevgili yaramaz kardeşinin çadır önünde çıkarttığımız terliklerimizin üstüne yaptığı şeyi :)))))))))) Harikasın! Okudum yazılarını büyük bir keyifle..Zevkle takip edicem bundan böyle.. Tanıdığım herkese selamlar , oğluşunu ve seni öptüm kocaman.. Aşkla ve sevgiyle kal..”
Güniz Girgin
-
“Meldacımmm Sana çocukluğumu anlatmayacagım ama, Ali Rıza nın bu gücü bu enerjiyi nereden ve nasıl bulduğunu son yazında anlamış oldum.(spor haricindeki tüm yük senin sırtında ) Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın sözü çuk oturmuş. senle sadece bir kaç organizasyonda karşılaşma fırsatım oldu ve bunların hepside ya dağa çıkarken yada çalılıkların içinde debelenirken. ve her seferinde demekki nasıl bir kıskançlık adamı dagda bile tek başına yollamıyor,birde ufacık yavrucağı vermiş sırtına adama edilen zulme bak yazık valla Ali Rıza'ya diye düşünüyordum taki Ali Rızayı tanıyana kadar! Ben ne bileyim bu adamın bionik olduğunu spor konusunda limiti olmadığını spor yapmaya başladığında daha zorunun peşinden koştuğunu? hasbel kader sporu seven birisi olarak Ali Rıza ile birlikte spor yapmaya (daha doğrusu spor yapanın yanında yamaklık yapmaya başladım) ben ki çoçukluğundan beri sporla uğraşan ama her daim 0.1 tonluk cusseye sahip birisi olarak bir türlü insanların (kızların) hayalindeki vicut yapısına ulaşamamış ve motivasyonu sürekli dağılan bir haldeyken ve Askerlik Hizmetini denizci olarak çok rahat bir şekilde yorulmadan üzülmeden bitirdiğime sevinirken yüzbaşı Ali Rızanın yanıda gönüllü olarak komando eğitimi almaya başladım ve seni kısmen anlamaya başladığımı söylemek.istedim Yazıların çok güzel,devamını bekliyoruzzz ellerine sağlık”
Erhan
-
“Melda'cım yazılarını okurken tam karşımda oturmuş konuşuyorsun gibi sesin kulaklarımda çınladı..seni ne kadar özlediğimi yine hatırladım.Tebrik ediyorum çok beğendim herşeyiyle siteni..sevgiler..”
Eda
-
“Her tarafından zeka fışkıran bu yazıyı okumak bana da kısmet olduğu için şanslıyım ve de mutluyum. Başlayıp bırakılamayan hatta aman bitmese diye okurken gözlerini kapattıran bir yazı. Çok hoş, çok nükteli ve çok akıcı. Melda'ya da bu yakışır.”
Serdar Aksoy
-
“Merhaba Melda sayfana bugün ablam Özlem Öğüt sayesinde rastladım. Yazıların çok başarılı, gülmekten kırıldım. Benim de 17 aylık bir oğlum var ve yazdııklarından yaşadıklarımda yalnız olmadığımı fark ettim (rahatladım :)) ) Rica etsem her hafta bir yazı yazıp, özellikle pazartesi günleri, bizi enerji ile yükler misin? Sevgiler, sevgili Atlas'a da kucak dolusu sevgiler.”
Işıl
-
“Melda'cim şu hormonlu uzay çağı yazını okurken gözlerimden yaş geldi. . harikasın.. :)”
özlem
-
”Melda Hanim sitenizi Meltem Hanim ile hazirladiginiz sitede gördüm. Her iki sitede süper. Tebrik ediyorum. Meltem Hanim araciligiyla sizi de tanidigima çok sevindim. Kadin ve anne olmanin vermis oldugu bir çok ortak noktayi ileride de paylasabilmek umuduyla basarilarinizin devamini dilerim. Tesekkürler...”
not: Saolun var olun!
-
“Sevgili Melda Hanim Bu site ne kadar güzel düsünülmüs. Bizim görüslerimize de yer verdiginiz için simdiden çok tesekkürler. Özellikle çizimlerinizle ilgilendim. Çok begendim. Onlari bir kartpostal ya da takvim haline getirip taninmis butiklerde ya da özel hastanelerde yardim amaçli satip gelirini anne ve çocuk sagligi için kullanabilirsiniz. Özellikle Anadoluda kirsal kesimde yardima muhtaç , çaresiz çok anne ve bebek olduguna inaniyorum. Ben Meltem hanimin hastasiyim.(BEN DE HER ANLAMI İLE) Çok yeni tanistik ama Meltem hanimi çok sevdim. Hem kisi olarak, hem iyi bir doktor olarak. Sizi de Meltem hanim araciligiyla buldum. Iyi günler iyi çalismalar diliyorum size.”
not: Öneriler için teşekkür ederim.
-
“Merhaba, sitenizi doktor meltem in sitesi araciligi ile gördüm. çok hosuma gitti. anlasilan, hayattan ögrendiklerinizi hayata iade ediyor hem gelisiyor hem gelisime katkida bulunuyorsunuz. vaktinizi çok iyi degerlendiriyorsunuz. tebrik ederim. çizimleriniz çok hosuma gitti. kolayliklar dilerim. Sevgilerimle”
çok teşekkür ederim
-
“Bravo bravo, bayıldım! Harika olacak Melda. Ama çaktırmadan yeni bir sorumluluk da yüklüyor insanın sırtına bu blog işi, haberin ola. Yazmadın mı aklın orda kalıyor. Hmm interaktiviteye ilk katkıyı yapayım: Efenim ben Yapıncak. Anne, piyanist, piyano hocası, Music Together eğitmeni, ucundan çevirmen-yazar-çizer-resim-yapar. Çocukluğumu bir büyük gibi yaşadım. Umulanın aksine, severek ve isteyerek, en güzel anılarım küçüklüğüme ait. Çok çalıştım, çok sorumluluk yüklendim. Simdi büyüdüm. Küçümsenmeyecek deneyimlerle başka bir şekil aldım, duruldum. Bu sefer bu yaşımda çocukluğumu yaşama peşindeyim, yine severek ve isteyerek. Kızımın verdiği ilhamla. Sen tanımamışsındır beni diye yazayım dedim 🙂 Harika bir site olacak bu. Yazılarını, çizilerini merakla bekliyorum. "
“Bravo bravo, bayıldım!
-
This is text
James Cameron
Aroa Founder
Latest Blog Posts
-
Yazarın tıkanması denilen şeyi yaşayacağımı hiç düşünmezdim.
Aklıma gelen milyonlarca şey var, hele ki Türkiye’deki bu gündem ile böyle bir tıkanma yaşamak güç. Ama benim ki farklı bir durum. Benim nutkum tutuldu, basiretim bağlandı, dizlerimin bağı çözüldü…Ülkem üstüme üstüme geliyor.
Politik yazılar benim tarzımın çok dışında olsa da bunları yazıp içimdeki pis nefesi dışarı atmam lazım.
Bu aralar hiç olmadığı kadar nostaljik oldum, sadece geçmişi düşünüyorum, rüyalarımda bile lise arkadaşlarımı görüyorum. Gelecekten yana umudum yok.
Ah bu satırları yazmak bana yakışır mı? Ben ki günlük yaşam üzerine küçük anekdotları, büyük hayalleri ve orta boy standartı olan kişi…Sana mı düştü ülkenin derdi.
Şey, evet…
Uzay Yolu’nu küçükken pek sevmezdim, hala bile içinde bitki olmayan filmleri ve ortamları pek sevmem. Ama onun bir bölümünü hiç unutmam, ve bu bölümü hayatım boyunca onlarca defa yaşayarak andım.
Bu bölümde Atılgan’a iyi niyetle uzayda yolunu kaybetmiş bir grup doktor alınır. Gemiye ayak bastıkları anda Maya –ki o insanın taaa ciğerini gören bir uzaylıdır- onların iğrenç birer mahluk olduklarını görür, ve gemidekilere zarar vereceklerini…Maya bu konuda kaptanı ve diğerlerini uyarsa da Maya’yı takmazlar, Maya kıçını yırtar ama gerçeği anlatamaz. Gemideki salaklar ise o mahlukların dötlerini okkalayıp dururlar. Sonunda mahluklar bir noktaya kadar sakladıkları yüzlerini çıkarırlar, gemideki personeli çiğ çiğ yerler, gerçek ortaya çıktığı halde hala buna inanılamaz ve yine Maya’nın gayretleri ile gemiden zar zor, ve bir hayli zaiyat verdikten sonra atılırlar.
Ben şimdi bu tip bir kabusun içindeyim. Sadece olaylar dizideki gibi 45 dakika içinde çözülmüyor.
Pandora’nın kutusunda bile dışarıya o kadar kötülük yayılırken insanlık için “umut” kalmıştı. Ama şimdi ben bunu göremiyorum. Çünkü umut bile satın alınabilen birşey oldu.
Ülkemin gündemi üç beş tane içi boş terimin arasında savrulup giderken aklıma, yine filmlerden bir sahne geliyor… Hani şu mahalle çocuklarının zavallı babasız çocuğu ortalarına alıp “piç piç baban kim…” diye birbirlerine ittirdikleri sahne. Demokrasi, Darbe, Ötekileştirmek, İnanç Özgürlüğü, Açılım. Bu içi boş terimlerin arasında bir o yana bir bu yana savruluyoruz.
Herşeyin için boş zaten. Domates bile eskisi gibi değil. Yani nostaljik oldum derken eskinin herşeyini mi özler insan? Ne kadar masum yıllarmış onlar. Kötüler bile yeterince kötülük yapamıyorlarmış. En azından kimsenin aklına 0-5 ile 75-90 arası insanlara tecavüz etmek geçmiyormuş. Kötünün bile vicdanı olan bir ülkede büyümüşüm ben. Ne şanslıymışım.
Benim ilkokulu okuduğum yıllar 70’li yılların sonu ile 80’li yıllar. Ankara’nın en işlek ve eylem, yürüyüş, gösteri, çatışma bakımından en hareketli bulvarında otuyorduk biz. Ben okula yürüyerek gidip geliyordum. Çatışmalarda insanlarlar birbirlerini, yine de idealleri uğruna!, öldürüyorlardı ama, köşe başında bekleyen sapıkları yoktu o zaman Türkiye’nin. Şimdi ise çocuğunun üzerinden gözün saniye sekmesin. Bakıyorsun ki tecavüz edilmiş, organları alınmış, boğazlanmış…Bu ne ya! Memleketin her köşesi pusuya yatmış sapık kaynıyor anasını satim. Yere 1liranı düşürsen, daha sesi duyulmadan havada çalınıyor. Önüm arkam sağım solum hırsız, sapık…
İçi boş terimler sözlüğüne geçmek istiyorum şimdi de…
(Yani siz bu yazıyı buraya kadar okuyun okumayın, gerisine devam etme gücünü kendinizde bulun bulmayın ben delirmeden bütün bunları bünyeden atmak zorundayım.)
Ötekileştirme:
Bir tür reklam kampanyası sloganı.
Cümle içinde kullanıyorum:
“Ben kendimi ötekileştirdim yaradandan dolayı”
Tamamen bir pazarlama propogandası. İnsanları önce üzerinde Paris, London, New York…yazan valizler gibi etiketleme, sonra onları ona göre klasifiye etme, gruplara ayırma, grupları ise “Mendilim köşe köşe bizden size kim düşe…” diye diğer grubun üzerine salma oyunu.
Kimse kimseyi, hırsız, ahlaksız, adi, sapık, ırz düşmanı, kötü, ard niyetli, namuzsuz, yalancı, iki yüzlü falan gibi zararlı unsurlardan dolayı yargılamıyor. Şimdi Kürt, Türk, Atatürkçü, Ermeni, Elit, Türbanlı, Fetocu, GS’Lı vs. diye ötekileştiriyor. Ne manasız…İnsan olmanın, belki de tek bir şartı var o da iyi ahlaklı olmak ve yaşadığın ortamı kirletmemek. Ne fiziksel ne de ruhani olarak. Yoksa evet, hepimiz belli bir zoolojik sınıf altında doğuyoruz “Homo Sapiens” ama insan olarak yaşayan çok az kişinin olduğunu düşünüyorum. Biz üzerindeki etiketlerden dolayı birilerini “ötekileştiriyor” olalım. (Yani benden değil, ölsün!) Bu sırada gerçek insanlık suçu işleyenler, gerçek ahlaksızlar, hayatın onlara sunduklarını sömüre sömüre, ve de semire semire yaşıyorlar.
Öyle ki bu kampanya reklamlarda bile devam ediyor, sizin arabanızdan kullanmayanlar siz geçince yok oluyor, sizin için yolu açıyor…Sizin marka şampuandan kullanmayanların başarılı olma şansı yok…Sizin marka cipsi yemiyenler sizin boyutunuza ulaşamıyor.
Ben Kurtuluş Savaşı ile gururlanan, Atatürk’ün vizyonu ve hayat duruşu ile övünen, Türk olduğumu Dünya’nın dört bir yanında göğsümü gere gere söyleyen, ülkemi en iyi şekilde temsil etmeye çalışan, ülkemi aç soysuzların soymasına tahammül edemeyen, okuyan, düşünen, tartışan, sorgulayan, üreten, temiz, dürüst, fikri zikri bir ve fikri vicdanı hür bir vatandaşım…Yani ötekinin önde gideniyim. Hayatım boyunca kimseye zarar vermedim. Anlayacağınız yangında ilk yanacaklardanım. Hatta o yangının çırasıyım.
Demokrasi:Ben yaptım oldu, sana da bok yemek düşer.
Cümle içinde kullanıyorum: “ Demokrasi! Yine mi kirli ayakkabıların ile içeri girdin!”
Bize yıllarca okutulan, demokrasinin; halkın bütün bireylerinin eşit oranda iktidar konusunda söz sahibi oldukları rejim biçimi olduğuydu. Bu da tek bir oya tekabül ediyor. Yani herkesin, ne kadar zengin, akıllı ya da dindar olduğuna bakılmaksızın tek bir oyu var. Adil mi? Onu bilemem ama kesinlikle eşitilikçi. Biz de demokrasi var mı? Vaaaaar.
Neyi tartışıyoruz? Ahhh! Evet. Ama şu yok, düşünce özgürlüğü…İnanmama özgürlüğü…İnanç çeşitliliği…Muhalif olma özgürlüğü…Basın özgürlüğü…bunlar yok. Bunların bakarsanız demokrasi ile pek alakası da yok. Bütün bunlar Devlet’in aklı ile ilgili.
Bir insanın başka fikirlere açık olması, başkasının fikrine inanmasa da saygı duymayı bilmesi, eleştirildiği zaman bu eleştiriyi olgunlukla karşılaması, insanları sahip olduğu mal ile değil de birikim ile değerlendirebilmesi, o insanın ne kadar akil olduğunun göstergesidir.
Aynı şeyin Devlet’ler için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Bu ülkenin gençleri ayaklanmalı ve sorunlarını dile getirmeli, otoriteye isyan etmeli…Çünkü gençlik bunu gerektirir. İnsan psikolojisine baktığımızda bile, ağır bir orta yaş krizi yaşamamak için, ergenliğinizi bütün hatları ile yaşamanız gerekir. Kendinizi bir kaybedip bulmanız. Devlette de gençler ayaklanacak, gösteri yapacak…Onların işi bu! Muhalefet eleştirecek, onların da işi bu…Sanatçı üretecek ve en söylenmeyeni söyleyecek, en yazılmayanı yazacak , gözün en sakındığını gösterecek, onun da işi bu…Devlet ne yapacak? Devlet bunları anlayacak, buna göre şekil alacak, buna göre büyüyecek, buna göre olgunlaşacak. Yoksa ruhen ve fikren güdük “her halükarda furdim oni…” Devleti olur.
Osmanlı Osmanlı diye inleyenlere, ama tarihini bilmeyenlere Şeyh Edebali’den bir nasihat*…
“Beysin! Bundan sonra öfke bize; uysallık sana… Güceniklik bize; gönül almak sana.. Suçlamak bize; katlanmak sana.. Acizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana.. Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana.. Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana… Bundan sonra bölmek bize; bütünlemek sana.. Üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana.. …”
*Şeyh Edebali’nin Osman Gazi hükümdar olduğu zaman verdiği nasihatten bir parça
İnanç Özgürlüğü:
Ben istediğime inanırım, sen de benim istediğime inanırsın.
Cümle içinde kullanıyorum:
“Anne, inanç özgürlüğümü koyduğum yerde bulamıyorum, gördün mü?”
Din, inancın organize olmuş biçimidir. Aynı bir Devlet gibi anayasası, bir lideri, bir de toplum yaşam kuralları, gelenekler ile şekillendirilmiş ritüelleri vardır. Toplumun tümünün yönetilmesi, eğitilmesi, zapta rapta sokulması için organize edilmiş kurumları vardır. Mesela papalık, mesela patrikhane, vs.
İnanç ise öyle değildir. İnanç kişiseldir, bireyseldir.
Çok sevdiğim bir yazar olan Tenneesee Williams’ın “Geçen Yaz Birdenbire” adlı romanında harika bir söz vardır:
– Hepimiz Allah’ın adını yazarız ama başka harflerle.
İnanmamak da, sadece doğru bir insan olarak yaşayıp, ölüp, ölümle bu hayatı sonlandıracağımız da bir inançdır. Herkesin manevi bir yanı vardır, bunu vicdanla ya da organize bir dinle ilişkilendirebiliriz. Ama bunu Devletle ilişkilendiremeyiz.
İnançlar anlıktır. Arkadaşlarımla çok eğlendiğim, lisedeki şaklabanlıkları andığım bir andaki Allah inancım ile, çocuğum hastayken ve ne olduğu bilinmezken ki Allah inancım farklıdır. Sevdiğiniz bir insanı zamansız kaybettiğinizde hissettiğiniz ile, hak ettiğinizi düşündüğünüz birşeye kavuştuğunuz zamandaki inancınız da.
İnançlar kişiseldir. Ben dünyanın en dindar insanı olsam, günde beş değil onbeş vakit namaz kılsam, oruç tutsam, dualar etsem bile benim hayrım yine banadır. Hiçbir dinde şöyle birşey yoktur: “Çok inançlı bir insan, inancına bağlı olarak üç ila beş kişiyi daha cennete sokacaktır.” Ne yaparsanız kendinize.
Ama ahlak anlık değildir, o aynı bir ağaç yetiştirmeye benzer. İyi ahlak toplumda aynı bir çınar gibi köklenirse, o kökün ulaştığı yer sizi bile şaşırtabilir. İyi ahlak, toplumları birbirlerine bağlar, iyi ahlak toplumun sigortasıdır, iyi ahlak anlaşıyı getirir, otokontrolü…
İyi ahlakli bir toplum satın alınamaz, bölünemez, kardeş kardeşe vurdurulamaz, iyi ahlakı bir toplumda herkesin söz hakkı vardır, ama o sözü bin kere düşünerek eder. İyi ahlaklı bir toplum kurduna, kuşuna, ağacına, deresine, bebesine, dedesine sahip çıkar.
Dini ve inancı yönetmek Devlet’in işi değildir. Bu dindar bir bilgisayarın olması kadar garip bir durumdur. Devlet, günlük yaşamı düzenleyen bir mekanizmadır. Mekanizmaların kuralları vardır ama inançları yoktur. İnanışları olabilir…Ama maneviyat tamamen kişiseldir. Devlet mekanizması, dinden, ırktan, renkten bağımsız işlemelidir. Aynı bir otobüsün otomatik kapısı gibi . O kapı içeri gireni umursamaz.
Mekanizmalar, organizmalardan farklıdır, organizma yaşayan birşeydir, sürekli şekil değiştirir, ölür, yaşam süresi vardır, hastalanır, kendini iyi hissetmez, parçası değiştirilmez, arızaları birbiri ile ilişkilidir.Kolay tamir olmaz. Bu nedenle devlet bir mekanizmadır.
Mekanizmalar mekaniktir. Saat gibi çalışır. Sistemlidir. Modülerdir. Parçalardan oluşur, bu parçalar ihtiyaçlara göre düzenlenebilir, yenilenebilir. Kim gelirse gelisin, mekanizma aynı çalışır.
Devlet’in toplum için yönetebileceği tek şey ahlaktır. Ahlak kuralları evrenseldir. Her dinde, her ırkta, her toplumda, yalan, ırza geçme, hırsızlık, iki yüzlülük, saldırganlık, kötü davranış aynı şekilde karşılanır. Yasalar buna göre düzenlenir. Hak ve adalet mekanizmaları buna göre şekillendirilir.
Benim inanma, inanmama, inanıyormuş gibi yapma haklarımın tümü ise ahlakın temeli olan saygı ile zaten koruma altına alınmış olur.
Açılım:
Nasıl açıldığı, açıldığında içinde ne olduğu bilinemeyen şey.
Cümle içinde kullanıyorum:
“Açılımın, açılması için açtın mı?”
Benim küçüklüğümde sürekli duyduğum bir paket kavramı vardı…”5 yıllık kalkınma paketi açıldı” “15 yıllık tarım paketi gündemde…” O yıllarda benim için paket=hediye olduğu için, bu paket haberlerine herhalde memlekette benim kadar sevinen yoktur. Bu açılım da biraz öyle gibi ama farklı.
Yine bir anekdot. İlk gerçek doğumgünü partimi orta ikide vermiştim. Annemler ve bir şekilde o zaman partiye sızmayı başaran kardeşim de beni evde yalnız bırakacaklardı. Sadece dostlarım gelecekti. Ben acayip hazırlandım. Yani çok süslendim, evi süsledik, annem deli gibi pasta masta yaptı…Sınıf arkadaşlarım geldi. Ellerinde kocaman bir paket! Doğum günü boyunca onu koyduğum köşeden gözlerimi alamadım, pasta kesildi, mumlar üflendi…Sıra geldi paketi açmaya. Açıyorum bir kutu, açıyorum bir kutu daha, bir kutu daha…En son en küçük kutunun içinden bir emzik çıktı.
Bu açılım da bana bunu hatırlattı. O kadar zaman geçti, aç babam aç, aç babam aç, kutu kutu pense, içinden belki bir 12 sene kadar önce içinden çıksa beni bir nebze mutlu edebilecek ama orta ikinci sınıfta bir şakadan bile öteye gidemeyen emzik…
Darbe:
80 yıllardan kalma bir müzik topluluğu.
Cümle içinde kullanıyorum: “Dab..dab…dabbb…rap..rap..rap…işte…işte…işte Darrrrr…beeee”
Ben darbe çocuğuyum, ve ne yalan söyleyim 82’de 11 yaşında olduğum için belki o yılları çok da kötü hatırlamıyorum. Benim hatırladığım, hepimizin Adel, hatta DMO kalem, Esem ya da Mekap ayakkabı giydiği. TV de tek kanal olduğu…Asker diyince TV açılırken “…fenkkk…homzaaa” diyen adam, Bayrak ve İstiklal Marşı denilince, kardeşimle beraber yemek vakti bile olsa ayağa kalkıp, göğüs kabartıp selam çakma geleneğimiz.
O zaman hüküm giyen düşünce suçluları, daha iyi bir Türkiye için uğraşırken can veren gencecik insanlar, ordunun düşünen toplumu uyutmak için aldığı tedbirler vs. bunları bilmem mümkün değil. Siyaset adına benim tek hatırladığım, ilkokul 1’deyken evde okunmuş gazeteleri toplayıp okula götürdüğümüz ve sonra onların bize harika kitaplar olarak geri döndüğüydü. (Rahmetli Ali Dinçer sayesinde) Bu kitaplardan modern Türk şiirlerini ve hikayelerini öğrenmiştim, içindeki çizimler bana ilham vermişti. İlk kendi isteğimle ezberlediğim şiir yine bu kitaplardandı: Nazım Hikmet’in “Kız Çocuğu”…Ağlaya ağlaya okumuştum. Atom bombasını bilmiyordum. 1980 sonrası ise bu ezberlediğim şiiri bir ödevimde kullanınca okula velim olan annem çağrılmış ve kendime çeki düzen vermezsem kominist olarak yargılanabileceğim söylenmişti.
O zaman ülkesini daha iyi bir ülke yapmak isteyen, daha özgürlükçü, daha eşit, daha adil, daha bağımsız yapmak isteyenler öldürülmüştü. Şimdi ise darbe söylemlerinin arkasında bu var. Daha bağımsız, daha adil, daha eşit bir Türkiye için yapılacak darbe!
Üstelik varlığı yokluğu belli değil, sanki asker edebi bir darbe yapmayı planlamış, 5000 sayfalık dökümanlar yazmış gibi görünüyor. Öte yanda zaten bir sürü cephede savaş sürüyor…
Laiklik için savaş veriyoruz. Pazarlama çağında dinden bağımsız olmak, dinsiz olmak olarak pazarlanıyor. (Çok önemli pazarlama ve reklam şirketlerinin bağlantılarını bizzat bilip gördüğüm için onlar tarafından verilen bu destek beni şaşırtmıyor) Demokrasinin temel ilkesi olan eşitliğin olmazsa olmazı laiklik; demokrasinin karşısındaki demode bir terim olarak sunuluyor.
Atatürk için savaş veriyoruz. Bu ülkeyi, yani herkesin bir diğerinin kuyusunu kazdığı bu ülkeyi tek nefes haline getirmiş, Dünya milletlerinin bizi yeme heveslerini kursaklarında bırakmış…Herşeyden önce bana bir kimlik, bir ülke, bir vatan, eğitim, seçme, seçilme hakkı tanımış bir insandan bahsediyoruz. Bu vefasızlıktır. Yok efendim, içki içiyormuş, kadınlara düşkünmüş, Ermeni asıllı, Rum, Hıristiyan, devşirme vs….Napalım…Beni bunlar ilgilendirmiyor ki…Sonuçta, ülkenin ve dinin başındaki o zamanın padişahı ve halifesi, “Aman , bana ne gerek sütlü börek” demiş, ve genç bir subay bu yüreği göstermiş. Benim için bu noktada, Atatürk Marslı olsa da pek farketmez.
Vatan bölünmesin diye savaş veriyoruz. Bu ülkenin toprakları ve zenginlikleri bölünse bundan kim zarar görür, kim yarar görür bunu bir düşünmek lazım. Herkese toprak verilirse o zaman ülke ne olur. Yani İstanbul’da yaşayan, İzmir’de yaşayan, Bursa’da yaşayan ve oraya kaç nesildir temellerini kurmuş insanlar Diyarbakır’a mı doluşacaklar? Biz bile bağımsız bir Türk devleti olamıyoruz, Kürt Devleti nasıl bağımsız olacak? Hangi sermaye, hangi altyapı, hangi birikim ile? Bu kadar saçma bir söyleme kim inanır?
Ülke satılmasın diye savaş veriyoruz. Sosyolojide bireyin tanımı “ekonomik özgürlüğünü elinde tutan kişi…” Ülkeler de böyle. Ülkenin öz kaynakları o ülkenin gücü. Ne kaldı ki elimizde?
Şimdi ne paran varsa o kadar insansın. Toplum buna dönüştü. Toplumun temel değeri bu oldu…Okumak, bilgi sahibi olmak, görgü sahibi olmak, bilinçli, üretici, yaratıcı olmak kimin umurunda ki? Para var mı ondan haber ver.
Paran varsa en iyi kampanyayı yaparsın, her kanalda senin şarkın çalar, kulak alışır, seni pohpohlaması için üç beş yazar satın alınır. İşte ünlüsün.
Yazar mı olmak istiyorsun? Gazetede? OK…Okuman bile gerekli değil…Başı sonu belli olmayan yazılar yaz, deyimler sözlüğünden arak bir iki laf sıkıştır, bir de kendine marjinal bir açı bul; orduya saldır, şehite, bayrağa, Atatürk’e, Türban tak, kıçını aç, seks hayatını anlat, karını öldürmekten bahset…İşte!
Türk olmakla ilgili savaş veriyoruz. Yani düşünün, kura ile katıldığınız bir çekiliş ile başka bir toplumun vatandaşı oluyorsunuz…Onun adına yemin edip, Yeah! I am American. Diyorsunuz, ve kendi ülkenizin adına gıcık oluyorsunuz…Nooluyo yahu? Etnik kökenini neden karıştırıyorsun ki bu işe. Neden gocunuyorsun ki ülkenin adından. Kim soyunu sopunu takip edebiliyor bu ülkede. Boşuna mı Tarhana çorbası bu ülkenin en favori çorbası. Aynı öyleyiz işte bizde!
Toplum olmak mı dediniz? Ne toplumu? Sen beni besle ben toplum olurum…Yani kaç para vereceksin toplum olmamız için? İstersen biz aramızda toplum olalım, diğerlerini de toplayıp yakalım.
İşte herşeyin temeli buna dayanıyor.
Biz toplum olarak birbirimizi sevmeyi bıraktık…Ben bu yüzden umutsuzum, ben bu yüzden artık komik yazılar yazamıyorum, ben yüzden çok korkuyorum, çünkü beni tanımadan beni bilmeden beni yok etmek kolay…Ben ise yok olmak istemiyorum. Ben yeniden sevmek istiyorum…Ben yeniden sevilmek istiyorum. Ben ülkemi seviyorum, ülkem de beni sevsin istiyorum…
Biz bu oyunları daha önce de yaşadık, hiç mi ders almadık. Bir aile geçmişine, bir ülke tarihine bakar ve öğrenir. Öyle ilerler…Kimse toplumdaki bu mahlukları görmüyor mu? Onların bizi çiğ çiğ yiyeceğini? Bizi parça parça edeceklerini…Bir ben mi yani?
Neredeyse altı sayfa olmuş, ben yine Edebali’den bir alıntı ile bitiriyorum, onun Osman Gazi’ye nasihatının sonu:
“…Sevgi davanın esası olmalıdır. Sevmek ise, sessizliktedir. Bağırarak sevilmez. Görünerek de sevilmez!.. Geçmişini bilmeyen, geleceğini de bilemez…”
Sevgiler
Melda
-
Business Şubat 22, 2024
İŞKENCE METODLARI
Avrupa Birliği Uyum Yasaları esasınca artık işkence yapmamamız gerekiyor, yapacaksak, uygun formları doldurmamız ve bunu ISO 2002 kapsamında alınmış eğitimli personel tarafından uygulatmamız gerekiyor.
Tabi bu bizim için zor bir şey oldu, benim için kokoreç yemek bir tür işkence olduğu için, işkence yapmamak da kokoreç yeme hakkımın elimden alınması gibi bir tür durum yarattı. Bu durumu anlamak ise okuyanlar için bir tür işkence yarattı…
Bu yazı bize neyi anlatıyor, demek ki ille de alıp birilerini dövmemiz, elektrik vermemiz, camdan aşağı atmamız gerekmiyor. Bu yeni durum ile ilgili olarak önerilerimi sizlerle paylaşmaya karar verdim. Nitekim, herkesin bilmek istediği bir bilgi, öğrenmek istediği bağlantılar ve bunun sonucunda konuşmak istemeyen birileri olabilir…Ya da birileri sadece birilerine ızdırap çektirmek isteyebilir. İnsan Haklarının, demokrasinin ve eşitliğin bu denli önemli olduğu günümüzde, elinizden işkence yapma hakkı alınınca ötekileşmiş hissetmeyin diye, işte AB yasalarına tam uyumlu öneriler:
1. Kışın yapılacak şehirlerarası otobüs yolculuğu:
Kışın, doğal olarak yün kazak ve hatta mümkünse içine yün fanila ve yün çorap giymiş kişiyi Van’dan İstanbul’a gönderiyoruz. Tabi ki otobüsün iç sıcaklığı -20’ye tezat oluşturacak şekilde +40 düzeyine ayarlanmış. Otobüsün içi, pencere açıldığı zaman doğacak ceryandan hasar görecek 60 yaş üstü bayan dolu. Hepsinin ortalama 4 torunu ve torun başına 1000 fotoğrafı var. Otobüse binildiği an sohbete başlayacak şekilde programlanmışlar ve üşüdükleri için de mutlaka yün hırka giyiyorlar, yaydıkları ısı 50 derece civarı. Otobüste içi geçtikçe anons yapılıyor ve teyze dürtükleyerek konuşmaya devam ediyor. Kişinin içi sıcaktan bayılıyor, böğrüne doğru katme katmer sıcak hava geliyor, bayılmak üzereyken servis başlıyor, serviste bol şerbetli şöbiyet dağıtılıyor, şöbiyetten içi iyice bayılınca “su su” diye inliyor ve bu sefer kişiye bal içiriliyor.
Van’dan çıktıktan 100 km sonra kişi buna dayanamayıp bülbül gibi konuşuyor ve itiraflar başlıyor…
2. Soğuk pantalon:
Yine kışın ya da soğuk bir bölgede uygulanacak tekniklere örnek teşkil edecek bir metod. Öncelikle kişi kışın en soğuk ve en ıslak geçtiği bölgelerden birinde ağırlanacak, İstanbul’da Adalar ya da Şile – Riva olabilir. Kalorifersiz sadece elektrikli battaniye ile ısıtılan ortamda bir gece geçirmesi, soğuk, nemli bir odada ağır yün yorgan ile yün battaniye arasında uyuması sağlanacak…Daha sonra kişi uyurken aniden odada bırakılmış ve hafif nemli ve soğuk olan kotu giydirilecek.
Henüz kot dizlere çıkmadan dili çözülen çok itirafçı olması metodun
başarısının güvencesidir.
3. Tunus yemekleri:
İşkence bütçenize bağlı olarak, bu gerek lokal gerekse seyahat ile çeşitli yörelerimizde bizzat uygulanabilir. Kişi bu bölgelerde, ya da bu bölgelerden anneler tarafından ağırlanacak; Gaziantep, Adana, Antakya, Ordu, İzmir, Bursa gibi. Kişi burada yemeklerin en lezzetlisini, en güzelini yiyecek…Lezzete ve çeşite alışacak. Ayrıca uzun süren ısrar ve “sen doymamışsındır…” gizli telkinleri ile kişi eskisinin en az 4 misli yiyerek doyacak şekil ve hacme getirilecek. Bu süre zarfında kişi; içinde sarımsaklı, halis zeytinyağlı ve bol baharat olmayan yiyeceklerden tad almayacak, en az 12 çeşit yemek ile doymayacak kıvama getirilecek…Daha sonra aynı kişi aç bırakılıp Tunus’a salınacak.
Bu zalim metod sonunda çoğu kişinin bir tas tarhana çorbası için bile çete arkadaşlarının adının verdiği gözlenmiştir.
4. İstanbul İşleri:
Bazı metodlar var ki tüylerinizi diken diken edebilir, bunu yapanlar insan olamaz diyebilirsiniz. Ama bilginin değeri ve elinizdeki kişinin dirayeti sizi buna sürükleyebilir. Dördüncü ve altıncı metodları yazarken benim bile kendimle vicdani muhasebem oldu ama sonuçta bir hizmet veriyorum ve bunun bilinci ile hareket ettim.
Kişinin ayda 5 kere falan kullandığı ev telefonuna 1200 TL’lik bir fatura gönderilir. Öncelikle çağrı merkezini arayan kişiye; “Arayan 3. Kişi” olduğunun inandırılıp, 45 dakika kadar aynı 20 saniyelik mekanik melodi dinletilir. Tam bağlanmışken hattan düşürülen kişi, verdiği tepkiye göre bir kaç kere bunu yaşar. Daha sonra konuştuğu kişi inatla konuyu anlamaz ve adını yanlış söyler. Kişi, daha sonra yetkili olarak ilk konuşulan personele döndürülmek sureti ile, 12 ayrı kişiye aktarılıp, konuyu tekrar tekrar anlattırılır. Sonuçta kişinin haklı olduğuna inanılır ve parasını geri alabileceği söylenir. Bunun için sabah saat 9’da eğer Anadolu tarafında ise Bahçeşehir, eğer Avrupa tarafında ise Pendik’deki Türk Telekom’a randevu verilir. Kişi ne kadar erken gelse de mutlaka kendinden önce sırada olan 30 küsür kişi olması sağlanır. Kişinin işlemi yapılmadan önce mutlaka eleman değişikliği olur, yeni gelen bayan elemanın doğum sancıları tutar, o gönderilir, daha sonra gelen personel stajerdir ve hayatında ilk defa bilgisayar görmektedir. Sonunda tam işler çözülürken bilgisayarlarda ya da tercihan “sistem”de mutlaka 20 dk. lık aralıklara bir problem olur. Daha sonra kişi parasını almak istiyorsa alması gereken makbuzu almak üzere, bulunduğu yakanın tam ters yakasındaki Ziraat Bankası’nın en meşgül şubesine gönderilir. Şube’de aynı gün emekli maaş farklarının verilmesi sağlanmalıdır. Daha sonra buradan bir makbuz alan kişi en yakın Türk Telekom bayi’ne bu parayı alması için gönderilir ve bu tesadüfen bankadan yürüme mesafesindedir. Bir anlık sevinci yaşayan kişiye, Türk Telekom bayi’ne geldiğinde makbuzdaki müşteri numarasının yanlış olduğu, bu makbuzla ancak aynı gün işlem yapılabilineceği ve makbuzdaki numarayı değiştirmek için tekrar Türk Telekom’a gitmesi gerektiği söylenir. Aynı turu bir kere daha atan kişi tam bayiye ulaşmak üzereyken bu sefer bayi kapanır.
Bayinin kapısında sadece 20 lira için bile ağlayarak itirafta bulunan kişiler olmuştur.
5. Fitness:
Kişi iyi bir maaşla iyi bir işe sokulur. İlk gün ofiste hafif bir oryantasyon yapılır, ofis ortamı, kız/erkek elemanların güzelliği, ofisteki imkanlar ile kişinin buradan emekli olmak istemesi sağlanır. Gün içinde kişiye önce bilgisayardaki Lotus Notes sistemi, sonra geçmişe dönük 10 yıllık finans planları, şirketin yaptığı bütün işlerle ilgili bilgiler vs. verilip kişi beyin olarak hoşaf hale getirilir. Sonra şirketteki herkesi teker teker dolaşıp el sıkışması istenir. En son olarak da ondan önceki son derece dağınık bir zat olan çalışanın ofisini toplayıp kendine yer açması beklenir. Saatin 6 olmasını iple çeken kişi görür ki ofistekiler de bir hareket yoktur. Saat 7, 8, 9 artık takati tükenmekte, tam ofisten basıp çıkmaya karar veren kişi o esnada Genel Müdür ile karşılaşır. Son derece enerjik bir insan olan genel müdür, ve yanında kişinin yeni müdürü ve direktörü onu dışarıya onlarla birlikte olması için çağırırlar. Hayır diyemeyen kişi, kendini fitness salonunda emanet kıyafetler ile bulur, ilk defa Taibo dersine girer, arkasından hayatında ilk defa Squash oynar. Soyunma odasında ızdırap içinde kıvranırken, onu saunaya davet ederler. Saunanın, sıcak, kuru ve sessiz ortamında elemanımız beyin ve vücud hasarlarını onaracağını düşünürken yöneticiler parlak bir fikir ortaya atarlar; elemanımızın kaleci olduğu tek kale halı saha maç.
Çoğu kişinin saunada itirafta bulunduğu, kiminin ise kendini acındırmak için ağlamak istediği halde ağlacak kadar bile vücud sıvısı kalmadığı tespit edilmiştir.
6. Yıldız Tilbe:
Kişinin evi, varsa iş yeri, önceden izolasyon maddesi ile kaplanır. Televizyonunun sesi limitlenir, kişinin girdiği bütün ortamlarda JoyFM çalınması sağlanır. Kişinin böylelikle huzur ve sukunet içinde en az 1 ay geçirilmesi sağlanır. Kişi, alçak sesle konuşmaya, karıncaları duymaya, kendi iç sesini dinlemeye başlar. Bu esnada kişinin televizyonundaki her kanalda bir şekilde bale, modern dans, artistik patinaj gibi vücudun estetik, kontrollü ve disiplinli bir şekilde ahenkle hareket ettiği programları izlemesi sağlanır. Kişi görsel ve işitsel uyuma, hassasiyete alıştırılır. Kiminin yasadışı işlerden bu sürede elini eteğini çektiği bile gözlenmenmiştir. Kişi bu haleti ruhiyede iken, bir Ney dinletisi için Taksim’de küçük bir sahneye davet edilir. Ortamın konser öncesi sessiz olması sağlanır. Derken sahneye Yıldız Tible gelir ve salonun kapıları kilitlenir. Karşısında dans edip ard arda şarkılarını söyleyen Yıldız Tilbe’ye aynı anda kendi sesinden bir haber 100lerce liseli kız eşlik eder…
Çoğu kişinin kafasını kapılara vura vura istenilen bilgileri vermiş olduğu acı ama metod açısından sevindirici bir gerçektir.
7. Bedava günü:
Kişi, metrobüs’e bindirilip ufak ve kasıtlı bir manevra ile sakatlandırılır. Bel fıtığı teşhisi konulan kişinin en az 2 ay yerde hareketsiz yatması ve bu süre zarfında kaslarının zayıflaması sağlanır. Ayakta neredeyse zor durur hale getirilen kişi, daha sonra herhangi bir sebeple, örnek; evde yiyecek birşey kalmaması, herşeyin üstüne bol gelmesi vs. gibi bir sebeple, Dudullu, Ümraniye, Sultanbeyli gibi bir yerdeki markete gönderilir. Markete girdiği an camlara “ŞOK ŞOK ŞOK BEDAVA” yazıları asılır. Kişi, arkasını döndüğü anda sel gibi gelen insan kalabalığını görür. İnsanlar tabi ki onu görmezler ve üzerinden geçerler, koridorlara ve sepetlere dalan kalabalığın arasında sürünerek kaçan kişi en yakın kasaya yanaşır ve kurtulmaya çalışır.
Kasada kişi ikinci bir kampanya ile tehdit edilebildiği ve her türlü bilgi alınabildiği gibi bilgi karşılığında fatura da verilebilmektedir.
8. Ağır Abi’den Karamazov Kardeşler:
Bu teknik özellikle tez canlı, bir gün içinde birden fazla iş yapmaya alışmış kişiler için uygundur, ama bir ön hazırlık ile herkese uygulanabilir. Bu durumda şöyle bir ön hazırlığa ihtiyaç vardır: Kişi evli ya da bekar karşı konulmaz cazibede bir bayanla karşılaştırılır. (Bayansa bu karşı konulmaz akıl, espri gücü, şevkat, maddi varlık ve cazibede olmalıdır ki, bu metodun bayanlarda uygulanması bu tip bir erkek bulmada ki zorluktan dolayı oldukça meşakkatlidir.)
Bu kişinin karşısındaki potansiyel sevgili; oldukça tez canlı, kişinin kanını kaynatan, mutlu eden, yaşama sevinci veren ve birlikte olma umudu, bu umut ile birlikte, beraber olunca cenneti bulma hayali yaşatan biri olmalıdır. Beraber geçirilen bir ila, kişinin verdiği bilgi, konuşmadaki zorluk derecesine bağlı olarak üç kusursuz mutlu aydan sonra, sevgili kişiyi evine o mutlu anı yaşamak üzere çağırır… Koşarak, hatta uçarak o eve giden kişi, sevgilisini çok seksi bir kıyafet içinde bulur…Tam umudun gerçeğe neredeyse dönüşeceği anda kapı çalınır ve sevgilinin babası/abisi/annesi/ablası gelir. Elinde ağır bir cilt roman vardır. Sakin ve ağır bir insan olan bu otorite figürü “siz gençlerle bir şey paylaşıp gideceğim” der. Elindeki romanı açar ve ağır ağır, her bir cümleye basarak, her bir anlam üzerinde durarak, her iki satırda bir öksürerek Karamazov Kardeşleri okumaya başlar. Umudun ve heyecanın, üstelik 1 ila 3 aydır yaşadığı yüksek tempo ve yüksek yaşama sevincinin tez canlı bir insana dönüştürdüğü kişi bu zulme dayanamaz ve otorite figürünün bir an önce gitmesi karşılığında herşeyi yapabilecek kıvama gelir.
Bu metod aynı zamanda camdan atmalar için de uygundur, kullanılabilir. Fakat akılda bulundurulması gereken, zaman içinde bir kaç da otoriter figür; baba/anne/abi/abla zaiyatı verildiğidir.
9. Ugg:
Para ile satın alınamaz kişiler için geçerli olan, son derece etkili bir o kadar da basit bir metoddur. Özellikle mafya babalarının oğulları ya da andrapoza girmiş mafya personeli üzerinde etkisi vardır.
Tek yapılması gereken kişiden 20 ila 25 yaş küçük IQ’sünün oldukça düşük olduğu tescillenmiş bir bayanla çete üyesinin eşleştirimesidir. Süreç kendiliğinden işleyecek, sürece sadece tek bir noktada yapılacak müdahale ile çete üyesi/lideri etkisiz hale getirilecektir.
Kendinden 20 yaş küçük ortalama 20 ila 25 yaşlarında kızla gezen mafya babasının, sevgilisi ile birlikte İstinye Park’da alışverişe çıkması sağlanır (ki süreç içinde bu son derece yüksek bir ihtimaldir) Girilen tek bir mağazadaki üç adet ürüne toplam 15 000 YTL’lik bir fatura çıktığını ve üç ürünü toplasan bir Amerikan servis kadar kumaş harcanmadığını gören mayfa lideri/üyesi o anda panik atak geçirir. Panik atağı önlemek için etrafta duran personelimiz, ataklık ile genç kızımızın, yazın 40 derecesi ve kışın ortalama merkan sıcaklığı 30 derece olan alışveriş merkezlerinde hiç çıkarmadan giydiği Ugg botlarını kese kağıdı gibi kullanması için Mafya babası/lideri/üyesi kişiye verir. O noktada kendinden geçen kişi sürüklenerek alınır ve sayıklamaları kaydedilir. Kişi doğal ortamına hiç bir süphe yaşamadan salınır.
Gördüğünüz gibi oldukça etkili bir metoddur.
10.Plaza geçişi:
Kurumsal ortamlara pek alışkın olmayan kişiler üzerinde zehirleyici etkisi olan bir yöntem olan plaza geçişi, en az 10 yıldır 10 000lerce kurumsal çalışan üzerinde denemiş ve mükemmelliğe ulaştırılmıştır.
Kişiyi provoke edecek bir telefon konuşması yapılır. Kişi arayan kişiyi bulur, arama bir plazadan yapılmıştır. Önce telefonu geri arar ve arayan kişinin sekreteri çıkar. “Nereden arıyorsunuz? Neden arıyorsunuz? O sizi tanıyor mu? Konu neydi? Not almamı ister misiniz?…” vs. gibi bir konuşmadan sonra arayana ulaşamayınca, kişi o sinirle plazaya gitmeye karar verir. Plaza girişinde önce X rayden geçmesi istenir, sürekli bip sesi çıkaran kapıdan dolayı kişi kemer, saat, kol düğmesi, dişinin dolgusunu falan çıkarmak zorunda kalır. Daha sonra resepsiyona gelen kişi, yine “kiminle görüşecektiniz? Hangi firma? Sizin geleceğinizden haber var mıydı?” vs. sorularına maruz kalır. Daha sonra plaza geçiş kimliği alan kişi elindeki kimliğin önce asansörün bulunduğu bölge, daha sonra asansörden inince firmanın kapısının, daha sonra gitmesi gereken bölümün kapısını açmaması nedeni ile defalarca yıldırılır. Yine de içinde iki çift laf etme güdüsü ile ilerleyen kişi toplantı odalarından birine alınır ve orada bezmesi için bekletilir. Her kapı açılışında yeniden gücünü topladığı, halde önce görüşmek istediği kişinin “biraz gecikeceğini” söyleyen sekreter, sonra ne içmek istediğini soran çaycı, daha sonra da görüşmek istediği kişinin “çok önemli” bir başka toplantıya “ne yazık ki katılması gerektiği” için görüşmeye gelen ve ağzından her çıkanı elindeki deftere yazmaya istekli ama anlamaya isteksiz genç parlak delikanlı kapıdan girer. Sonunda güçü tükenmiş, hevesi kalmamış kişi o an “lanet olsun” diye herhangi bir konuda konuşturulma kıvamına gelir.
Bu metod kurumsal iş ortamında sırların açığa çıkması için yıllardır kullanılan kadim bir sırdır. Çalışma ve gayretlerimiz sonucunda bu geleneği modern metodlarımız arasında başarı ile taşıyıp özellikle bilgisayar kullanmayan, kurumsal ortamlarda bulunmayan, plazalara girmemiş geleneksel suçlular üzerinde denemiş verime ulaşmış durumdayız.
Plaza girişlerindeki aramalar, sütten çıkmış ak kaşık kişileri bile kendinden şüpheye düşürecek; sessiz ve mekanik ortamlarda uzun süre yalnız bırakılma kişide kendi kendine başlattığı bir iç hesaplaşmaya neden olacak, sahte bir dinlenme hissi ise kişide üstesinden zor gelinecek bir aşağlık duygusu yaşatacaktır. Bütün bunların sunucu kişi ilgili ilgisiz her konu hakkında iki şekerli ve sütlü neskafe karşılığı konuşacaktır.
Hepinize kolay gelsin!
Sevgiler
Melda
(Aklınıza gelen başka şahane metodlar için siz de yazınız)
-
Business Şubat 22, 2024
HEPİMİZ KARDEŞİZ!
Sanırım bir Cuma akşamıydı, ki Cuma akşamlarının Müslüman Cemaati’nin için olduğu kadar, benim için de önemi büyüktür, nitekim eve gidişimi iki misli uzatan ulvi bir trafik olur.
Eyüp’te çalıştığım için sanırım bana bu kutsal topraklar şöyle diyor “yola çıkma, secde et!”
İşte böyle bir Cuma günü.
Sabahın 6:00’sında zombi olarak uyandığım günüme tam gazla başlamışım. Bir gece önceden hazırlamış olduğum ütülenmiş kıyafetlerimi giyip, kestirdiğimden beri her sabah horoz ibiği ile uyandığım ve normal bir insan görüntüsüne bürünmek için saatlerimi harcağım saçlarımı düzeltmeyi başarmışım! Ve ne kadar bezgin olduğumu bir nebze saklayan makyajımı başarı ile yapıp , çok hayati bir saat olan 6:45’de evden çıkmak üzereyken… Bütün uyandırmama çabalarıma rağmen, sensörlü evladım genzinden dünyanın en tiz sesi ile “Anneaaaaaaa?” demesi ve sonra günlük HacıCavCav BıyBıy sohbetlerimiz!
– Anneaaa bugün tatil mi?
– Yok Atlas’cım bugün tatil değil
– YEAAHHHHH (yatakta debelenme ve kendini yerden yere atma)
– (Kendine geliş) İşe mi gidiyorsun?
– Evet bebeğim
– GİTMEEAAAAAAAAAAA
– Ama gitmem lazım yavrukuşum, annecik para kazanmalı
– Benim palam val!
– Seninkini biriktir evladım sen kendine birşeyler alırsın…
– Ben de işe gidecek miyim? (Alt dudağı titremeye başlar, çünkü iş okul demektir)
– Evet bebeğim (Özenle ütülediğim kıyafetlerim ile yanına yatıyorum)
– YOOOOOAAHHHHH (yatakta debelenme ve kendini yerden yere atma, aynı annesine benzeyen horoz ibiği hali ile kalkıp koluma yapışma)
– GİTMEEE-AAAAAMMMM
– Ama Atlas kuşu, gitmen lazım, büyüceennn, öğreniceeeeenn
– (İbikli İbikli karşımda oturarak) Hayıl! Gitmicem! Ben evde kalıcam! Temizlik yapıcam!
– Olmaz oğlum, işe gidiyorsun!
– O zaman ben de senin işine gelirim!
– Olmaz bugün patron var, kızar!
– O zaman sen beni işe bırak (saat hayati bir kırılım olan 7:15’e geliyor, o zamana kadar makul kalmış olan beynim kamaşıyor ve bir mahluk anaya dönüşüyorum)
– Hİİİİİ BANA BAK! SAAT KAÇ OLDU! BEN GİDİYORUM!
O zamana kadar tosur tosur uyuyan kocamı hırs ile dürtüyorum, Atlas arkamdan böğüre böğüre ağlayarak koridorda koşuyor, bir ara itişip kakışıyoruz, eteğime yapışıyor, eteğim de buruşuyor… Sonra yere çöküp ağlamaya başlıyor, ben yanına oturuyorum ve bana yapışıyor, akan burnunu koyu renk gömleğime sürüyor, bu arada sendeleyerek kocam geliyor, gömleğimin kolundan içeri elini sokmuş, bana minik pençelerini geçirmiş oğlumuzu kucağına alıyor ve odaya geri götürüyor.
Atlas bir anda beni unutuyor ve babasına kovboylardan bahsetmeye başlıyor…Antredeki aynada buruşmuş kıyafetlerim ve terden akmış makyajıma bakıyorum. Sevimsiz yüzümdeki sinir ifadeye bir an takılı kalıp, evdeki herkese çemkirip çıkıyorum.
Saat 8:07
Güne başlama rutinim bu…
Küçük hesaplarım tutmamış trafiğin böğrüne böğrüne dalıyorum!
Yollar Sultanı
Köprü Pehlivanı
Cesur Yürek!
Trafik ile didişe didişe işe geliyorum.
Bu arada saat 8:30 itibarı ile mailler geliyor, telefonlar çalışıyor, CarOffice çalışan biri olarak bütün bunlara cevap veriyorum.
Saat 9:30 binaya giriyorum, park edip ofisin kapısından giriyorum 9:45…
Saat neredeyse 10! Ben kalkalı 4 saat olmuş…
Bir parantez açıp, iş yerimden bahsetmek istiyorum. 6000 metrekarelik açık bir ofis ve ofiste her 3000 metrekareye bir tuvalet düşüyor ve benim oturduğum yer tuvaletin 3000 metrekare ters köşesi…Dolayısı ile saat 10:00’a doğru ilk ihtiyaç molamı verdikten sonra yerime geçiyorum ve günüm başlıyor.
Çok açım.
Özetle şöyle devam ediyor:
10:00 Toplantı (Kurumsal Projelerin Seçilmesi ve mümkün olan en saf bireye bütün işlerin ve toplantı notlarının çakılması…O ben oluyorum)
11:30 Yerime oturma (oturur oturmaz önce arkamdan sessiz adımlar ve sağ elinde açık laptopu ile Mesut’un yanaşması ve bana bir cümlede özetlenebilecek bir konuyu uzun iki paragrafta anlatması, o anlatırken birinin onun arkasında belli bir derdini anlatmak için surada beklemesi, derken aynı anda telefonumum çalması ve ona bakarken cep telefonumum çalması…Önüme biriken imza kağıtlarını açıklayan Zeynep…)
12:30 Herkes yemekte! Burası çok sakin, 2 saat içinde birikmiş maillerimi cevaplamaya ve sakin kafa ile yapmam gerekenleri yapmaya çalışıyorum.
Çok açım
14:00 Tam artık daha fazla dayanamam açlığa, inim hızlıca birşey atıştırim derken telefon çalıyor, “Hayatın Anlamı” konusunda yapılacak genel bir toplantı için benim mutlaka bulunmam gerektiğini söylüyor, yüce makamlar…45 derecelik tırmanma rampamızdan 5 karış topuklu ayakkabılarım ile çıkıyorum.
15:00 Yapılması gereken bir yığın iş var, derken telefonum bin kere ısrarla çalıyor, babam arıyor. Toplantıdayken önce mail göndermiş, sonra hemen arkasından aramış ben özel telefonumu sessize aldığım için açmamış, iş telefonumu da 5 kere “no” lamış olduğum için bana ulaşmaya çalıştığını anlıyorum ve açıyorum…Mail’deki konu şu: Apartman toplantısında eğer bahçeye çit yapılması konusu gündeme gelirse ben de hayır demeliyim. Babam bu konuyu bana zihinsel ve işitme özürlü bir insana anlatırmış gibi anlatıyor…Ben bir ömre yetecek kadar “Tamam babacım anladım, merak etme” diyorum.
Yerime gidiyorum.
Çok açım
Beni masamda bir sürü kağıt ve konuşmak üzere birileri bekliyor. Neden benim ilgilendiğimi anlayamadığım bir konuyu bütün konsantrasyonumla dinlemeye çalışırken arkamdan sinsice Mesut yaklaşıyor.
Çok açım
16:30 Sadece bir saat ve bir toplantı kaldı. Yukarılardan bir yerlerden bir telefon daha geliyor. Yarın sabah saat 8’e mutlaka yetişmesi gereken 1700 sayfalık bir sunum var. Acaba hemen yapabilir miyim?
Yapmam mı!
Yapıyorum.
Mucizevi bir şekilde saat 19:00 da bitiriyorum.
Çok açım
19:10 Annem arıyor ve saat kaçta geleceğimi soruyor, buna kaderci bir cevap veriyorum, bu dakik annemi memnun etmiyor, tam olarak saat kaçta geleceksem ona göre yemek ısınacak. YEMEK!
Koşarak çıkıyorum, son bir ihtiyaç molası alıp, dingir dingir topuklu ayakkabıdan taşmakta olan ayaklarım ile sürünerek yerin dibindeki arabama varıyorum.
Korkarak İBB’ye bakıyorum her yer kıpkırmızı, yollar tıkalı.
Yine bana 2 saatlik bir yol görünüyor.
21:15 Eve varıyorum.
İşte gerçekle karşılaşma anı:
Nana, Atlas’ın bakıcısı, kapıyı açıp kıçını dönerek içeri giriyor, annem ayaklarını uzatmış TV seyrediyor, Nana’da onun yanında, Atlas bir ateş topu olarak ben ayakkabılarımı ayaklarımdan sökmeye çalışırken üzerime atılıyor.
Annem soğuk bir ses ile mutfakta diyor, ben suçlu suçlu ve çok aç mutfağa giriyorum.
Annem geliyor, arkasından Nana annemle kendisine kahve yapmak üzere mutfağa geliyor. ben de anneme…
– Naaber anne nasılsın diyorum?
– (Annem burnundan soluyarak) Bugün senin evini temizledi Nana, çok yoruldu, kıza teşekkür et!
– Teşekkürler Nana. Nana yarım ağızla
-Bışay dial. Diyor ve kahveleri alıp içeri gidiyor.
Annem kapıdan çıkarken bana dönüp:
– Biz bugün Nana ile çok yorulduk, sofrayı da sen kaldır bir zahmet! diyor ve gidiyor.
Atlas kolumu emerken günün ilk ve tek yemeğini yiyorum, Atlas tek kolumu mıncıklarken sofrayı toplayıp üzerime değiştirmek üzere odama gitmek istiyorum.
– Nana, Atlas ile bir dakika ilgilenebilir misin? (Tekrar bir açıklama yapmak istiyorum, Nana Atlas’a ve eve bakan kişi)
Annem atılıyor.
– Çocuğunla ilgilen! Kadıncağız bütün gün yoruldu! Bu çocuk da anne sevgisi istiyor!
– Tamam da anne, birazdan gelip alıcam, sadece bi duş-
Derken kapı açılıyor, babam geliyor (ben aynı katta anne-babam ile karşılıklı oturuyorum)
Babam konuyu bilmese de.
– Annen haklı. diyor
Babam Nana’ya sevgi dolu bir “nasılsın?”dan sonra tam kapıdan çıkarken bana
– Kızım bak apartman toplantısına sen git, eğer çit yapmaya kalkarlarsa hayır de, ne biz ne babam istiyoruz de. Tamam mı! Bak çit mit işi çıkartmasınlar, ne biz ne siz çit istemiyoruz, aynen böyle de, çit istemiyoruz, ne gerek var de, bakın babam karşı, biz de karşıyız de, çit istenmiyor de. Sen git ve toplantıda bunu söyle.
– Tamam baba merak etme. (Kolumu çekiştirerek yalayan Atlas’a) Oğlum dur bi!
– Çit istmeiyoruz de tamam mı?
– Tamam baba…
Bu sırada kapıdan çıkarken öbür kolumu da babam yakalıyor ve beni kapı ve duvar arasına sıkıştırıp,
– Nana’nın yüzü neden asık? Birşey söyledin kalbini mi kırdın? diye soruyor.
– Yok baba bugün evi temizlemişte yorulmuş…
Babam, başını genelde insanların büyük bir kabahat karşısında yaptıkları gibi sallıyor…
– Haklı kadın! Kızım bak bu kadına destek ol, yardım et, bu kadının işi çok zor, sizin evinizin işi çok!
– Baba, ne işi var ki, sadece tek odayı kirletiyoruz, yemekleri annem yapıyor, Alirıza ütülenecek birşey giymiyor, ben ütümü kendim yapıyorum ve oğlan saat 5’e kadar okula gidiyor.
Babam beni iyice kapı ile sıkıştırıp tıslıyor.
– Yardım et! Ve kadına güler yüz göster, sarılıp ona teşekkür ederim Nana dedin mi? Bak orada üzgün üzgün oturuyor.
Muhteşem Yüzyılı elinde kahve ve sigarası dikkat ile seyreden Nana’yı gösterip.
– Onun hayatı hiç kolay değil!
– Baba benim ki de değil…
– Senden bahsetmiyoruz burada, bu kadını hoş tut, bak evladına bakıyor.
– Bana ben Atlas’a bakarken de kimse beni hoş tutmuyordu?
Babam lanet olsun seni yapana bakışları attıktan sonra beni serbest bırakıyor.
Ben kapıdan süzülürken,
– Söyle yönetim kurulu toplantısında çit istemiyoruz. Diyor ve kapıyı kapatıyor.
Sürünerek eve gidiyorum. Fark ediyorum ki çantam orada kalmış…Büyük bir cesaretle kapıyı açıp çantamı kaparken Nana ile gözgöze geliyoruz. Gözümü ondan kaçırıyorum eve uçarak eve gidiyorum.
Atlas sürekli konuşuyor ve oyun oynamak istiyor. Ben bir Şimşek McQueen oluyorum, bir kız böceği, legoları dağıtıyoruz, sonra pastel boyaları ve saat oluyor 10:30
Atlas’ı yıkıyorum, yağlıyorum, yatırıyorum…Kitap okunuyor, kulağına şarkı söyleniyor ve sayın seyirciler saat 10:45’de Atlas uyuyor!!!!
Yavaşca salona gidiyorum, ayakkabının şeklinden yeni kendini kurtarmış ayaklarımı uzatıyorum…Elime okumak için can attığım ama henüz 7inci sayfasına gelebildiğim kitabımı alıyorum. Alirıza geliyor. Kapıyı anahtarı ile açıyor ve bana ona kapıyı açmadığım için serzenişte bulunuyor.
Ben elimdeki kitabı okumaya çalışırken o geliyor ve mutlaka içinde ya araba kovalamaca ya da patlayan birşeyler olan bir film/dizi/belgesel açıyor.
Saat 11:20 benim kaykılma saatlerim.
Uzun oturuşa geçiyorum ve gözlerim kapanıyor…
Alirıza beni dürtüyor ve çakmak çakmak bakan gözlerinde bir arzu nesnesine dönüştüğümü görüyorum, o an oradan uzaklaşıyorum.
Tam odama doğru giderken kapı çalınıyor ve babam geliyor. Doğrudan konuya giriyor:
– Melda, Nana’ya haftada bir gün izin vermişsin, kadının morali bozuk (Nana annemlerde kalıyor da!)
– Evet?
– Kızım bu kadın çalışıyor, yoruluyor, sen anlamıyorsun, çocuk bakmak, çalışmak kolay mı? Sana göre hava hoş!
– Bana bu çocuğa en zor zamanında ben baktım, biliyorum ne demek çocuk bakmak!
– Sen ne baktın, ayrıca tabi ki bakıcan o senin çocuğun, bu kadın bakmak zorunda mı?!
– Baba, Nana, Atlas’a bakmak için burada, ona bu nedenle çalışma izni aldık.
– Ne zaman dinlenecek bu kadın?
– Pazarları?
– Neden? Siz dötünüzü gezdirin diye mi?
– Baba, bak çok yorgunum, benim haftasonu yapmak istediğim şeyler oluyor, karı koca arada bir dışarı çıkmak isteyebiliriz…
– Böyle hoyt hoyt gezeceğinize evinizde oturun, evinizi toplayın temizleyin! Bu kadına da yazık! insan ol! halden anla!
Babam kapıyı çekip giderken diğer kapıdan bana sanki ben Hürrem’mişim gibi bakan Nana’yı görüyorum.
Ne olduğunu anlamak isteyen Alirıza arkamda dikiliyor, babam ona
– Oğlum apartman toplantısında çit konusu açılırsa, biz istemiyoruz, babam da istemiyor de! Tamam mı?! diyor ve kapıyı kapatıyor.
Uykum kaçıyor, uykumun kaçtığını anlayan Alirıza bana hülyalı hülyalı bakıyor, ben kaçıp yatağıma yatıyorum. Tam dalmak üzereyken Atlas su istiyor, onu almak için kalkıyorum. Kalkmışken mutfağı topluyorum, yarın giyeceklerimi seçiyorum, çantamı düzeltiyorum, telefonları şarja koyuyorum, Atlas’ın oyuncaklarını topluyorum…
Yatağıma yatıyorum ve Nana’ya yaptığım kötülükler için af diliyerek yatıyorum.
Rüyamda çitlerin üzerinden atlayan Nana’yı görürken gün doğuyor…
-
Business Şubat 22, 2024
Yeke Yeke It’s Time for Africa!
Sevgili dostlarım, uzun zamandır yazamadım…ama bir sorun nedendir?
Yaklaşık 4 aydır 2 yaşında bir alev topu olan oğluma kendim bakmaktayım, ayrıca yemek, temizlik ve koca şevkati gibi konuları da bizzat halletmekteyim.
İnsanlık için küçük olsa da benim için büyük bir adım!
Bu noktaya nasıl geldim bilmiyorum ama sanırım Ağustos ayı içinde Orta Asya steplerinden gelecek olan bir devenin bile evime ve çocuğuma daha özenli bakacağını fark etmem ile kendi başımın çaresine bakmaya giriştim.
Bunun yan etkileri olmadı değil tabi…Sürekli dişlerimi sıkmaktan mütevellit bir çene ağırsı ve aşınan dişler, Giyom Tell’in yayı gibi gerilmiş sinirler, dışarı fırlamış gözlerim ve katır tırnağı şekline gelen Mona Lisa ellerim var tabi…
Geçen haftalarda bu sorunun derinlemesine incelemek için çalışma odama girdim (Burada bir parantez açmam lazım, çalışma odam kendimi başka yerlere ve fikirlere ışınladığım duşakabindir. Akan sıcak su hem çocuk ağlamasını bloke ediyor hem de beni bir şekilde şu an içinde bulunduğuma inanamadığım hayatımdan izole ediyor) bu kadar kendimden geçercesine çalışıp 2 yaşındaki oğlum ile papaz olmamın, sık sık 6. katın balkonundan aşağı toprak çekerek bakmamın ve kocamı görünce ona arkasında ayı varmış gibi davranamamın nednelerinin bir de ofis ortamında derinlemesine irdeledim…Aslında sorun tamamen İstanbul’da yaşamamdan kaynaklanıyordu.
Yani tamam oğlan hareketli ve çok meraklı, neredeyse her 2 yaş çocuğu gibi, ve eşim işe giderken bir gömlek giymek durumunda, evim anne standartlarında olmasa bile temizlenmeli ve yenecek bir şeyler olmalı evde. Ayrıca ben geçmiş hayatımda fönlü ve ojeli gezmeye alışmış bir organizma olarak kendimi belli bir noktaya karar bırakabiliyorum…Hem ev, hem bebe, hem eş, hem elimden geldiğinde iş -neden? para kazanmak lazım, o kadar okumuşsun üretmek lazım- hem de kadın olarak kendim ile uğraş didin başka bir mahluğa dönüştüm.
Sonra bir an kendimi Afrika’da düşündüm.
Memelerimin belime indiği, belimde 12 yaşımda evlenirken kabilenin ottan yaptığı bir etek, yerlerde keçi bokları ile oynayan oğlum ve eve yemek getirmek için pipisine bir külah takıp işe gitmiş olan kocam.
Ütü yok! Çocuk evi dağıttı yok! Yazlık kışlık, modaya uymak, kendine bakmak, yemek takımları, ayakkabılar, spor malzemeleri, toz alınması gereken bir kütüphane yok…Zaten genel anlamda toz içinde yaşandığı için toz alma konsepti yok…Bulaşık yıkama, tuvalet temizleme yok, çünkü su yok…Yemek demek, kocam ne vurduysa o demek, bir şey vurmadıysa bir kap lapa demek…Atlas’ın hangi okulda okuyacağı ya da ayağına hangi ayakkabının alınması gerektiği gibi bir detay yok…ki Atlas’ın böyle bir ortamdan çıkıp Amerika Birleşik Devletleri Başkanı olması, İstanbul’dan çıkıp şu anki durumda Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı olmasından daha olası…
O zaman bir aydınlanma yaşadım.
Ben kendimi bu lanet olası standartlar için sıkıyorum. Bu aslında şükretmem gereken birşey, ama gelin görün ki üniversiteyi yüksek onur derecesi ile bitirdiğiniz halde tuvaleti temizleyip halıdan çocuğunuzun kusmuğunu temizlerken böyle bir tevekküle ermek bir hayli zor.
Eğer ben 18 yaşımda dünyayı yerinden oynatacağımı düşünürken biri gelip falıma baksa ve bundan 20 yıl sonra seni çocuğunun sümüklerini bir aletle burnundan emerken görüyorum* dese şu an hala kurtulamadığım ağır bir bağımlılık ve depresyon halinde olabilirdim. (Oğlan nezle, ve doktor genizden aktığı ve henüz sümküremediği için burun aspiratörünü almamı söyledi; bu da bir ucunda bir burun hunisi öte yanda sizin emmenizi gerektiren bir hortumdan ibaret…İşte bence bu anneliğin en üst sınırı)
Şu an hayatım bir döngü halinde “ertele, vazgeç, ertele, vazgeç,…” den ibaret. Akşam ayaklarımı uzatıp film seyretmek istiyorum (Allahım ne de ulaşamadığım bir hayal! Müthiş bir proje) ama o da ne oğlum içtiği 250 cc sütü hiçbir objeyi küstürmeden, yer, gök, halı, yatak, üstü başı ve yatağındaki 21 peluş hayvanın üzerine kusmak sureti ile bulaştıyor. Yatak değiştir, oğlanın üstünü altını değiştir, halı sil, yeniden sütü hazırla, oğlanı uyut, çamaşırlar makinaya koy…A! saat olmuş gece 2…Bu saatten sonra ancak Bacak Omza, Sıcak Bedenler, Islak Dudaklar türü filmler kaldığı için geçmiş olsun film saadeti.
Ya da…
Bugün kendim için istediğim meselaaaa, hmmmm, şöyle sıcak bir kahve ve geçen Pazar gününün gazetelerine bir bakmak. Ev temiz, yemek hazır, oğlan şimdi uyudu…Kahveyi koyuyorum, sütü bardağıma döküyorum bu arada ketılda su kaynıyor, tam düğmesi atıyor “tık” o da ne içeriden bir ses: “Annniieeeeee???!!!” iyi günler sevgili kahve hoşgeldin operasyonel işler sinsilesi…
Bu nedenle böyle bir günün akşamında, oğlanı uyuttup, herşeyi hale yola soktuğum saat sabaha karşı 3 sularında duşa kabinime girip Afrika’yı hayal ediyorum…
Size de tavsiye ederim.
Bu son derece “bok”tan yazı için de özür dilerim, kusmuk, sümük, kaka vs. hayatının mutad bir parçası olmayanlar için gerçekten yazı biraz ağır olmuş olabilir…
Not: Atlas okula başladı. Dün ise hayatımda bir milad oldu ve okulda yemek yedi uyudu bu da bana her gün saat 10 ile 15 arası bir zaman dilimini tanıyacak. 5 saatin ne kadar uzun bir zaman olduğunu bugün gördüm, bu yazı da dahil olmak üzere bir sürü sürüncemede kalmış işi hallettim. Okulu bu konuda düşünen annelere tavsiye ederim.
-
Business Şubat 22, 2024
SİMBİYOSİZ (BİRLİKTE YAŞAM)
Böcekler aslında çoğu insanın düşündüğü gibi ‘ortadan yok olsa ne de iyi’ olan, ya da ‘zararlı’ ‘pis’ mahlukatlar değiller. Dünya’daki asıl yaşam amaçları yeryüzüne düşen çöp, artık, çürümekte olan canlı organizmaları çok küçük parçalara bölüp yok etmek.
Oldukça ulvi bir amaçları var, Dünya onların sayesinde daha yaşanabilir bir yer haline geliyor. Öyle ki; Dünyaca ünlü biyolog Jonas Salk’ın çok önemli bir tespiti var.
Der ki;
“If all insects on Earth disappeared, within 50 years all life on Earth would end. If all human beings disappeared from the Earth, within 50 years all forms of life would flourish…”*
* Yani Dünya’daki bütün böcekler bir anda yok olsa 50 yıl içinde Dünya’daki hayat son bulur, ama Dünya’daki bütün insanlar yok olsa, Dünya’daki yaşan 50 yıl içinde gelişir.
Yaaa
Kimmiş mahlukat!
Bunu okuduğumda ne menem yaratıklar olduğumuzu bir kere daha düşündüm. Kendimizi amma da beğendiğimizi, nasıl herşeyin üstüne olduğumuzu düşündüğümüzü, kibirimizi. Halbuki şu hayata bir böcek kadar katkısı olmayan, bilakis zararı olan nice insan evladı var.
Böylelikle bir süre kendimi böcekleri anlamaya ve onların yaşamlarından öğrenecek neler olduğunu kavrayıp, siz sevgili ve sadık okurlarıma bir hap olarak sunmaya karar verdim.
Sonra ortaya bu yazı çıktı…
Ya ben ilişkilere takık bir insan olduğum için bunu enteresan buldum, ya da aslında yaşam şeklimiz, sitede oturan, teknoloji ve lüks tüketim malları ile çevirili bir ‘böcük’ten farklı değil. (ki termitlerin yaptığı kuleler inşaat açısından Ağaoğlu’na 1000 basar!)
Simbiyotik yaşam: (Birlikte yaşama)
Bilmem tanıdık geldi mi?
Bilimsel tarifi şudur: İki veya daha fazla canlının birlikte yaşama şeklidir. Yararlı birlikleri ve zararlı birlikleri oluşturur.Birlikte yaşama üç grupta incelenir.
İşte bu üç grup durup düşünülmesi ve normal bir insan hayatı yaşıyormuşuz zannederken aslında birbirimiz ile ne tür bir ilişki içinde olduğumuzu net ortaya koyan inceleme:
Kommensalizm (Tek taraflı ortaklık): Birlikte yaşayan iki ortaktan biri yarar sağlarken,diğeri hiçbir yarar sağlamaz.
Ben bunu biliyorum!
Bunu çok da görüyorum. Tabi her ne kadar bilimsel kaynakta bunun daha çok Okyanuslarda olduğu söylenirse de bunu Marmara Denizi ve çevresinde de görmek mümkün. Demek İstanbul bundan böyle bir yer…Yaşamın denizde başlayıp sonra karaya taşındığı Evrim gerçeğini burada her gün yaşıyorum…
Okyanus örneği:
Midyenin kabuğuna tutunarak yaşayan Broyozoa,midyenin sağladığı su akıntısı ile gelen besinlerden yararlanır.Midyeye ne faydası ne de zararı vardır.
İstanbul örneği:
Gece hayatı midyesi olan Baran Ozon (kişi ve isimler tamamen rastlantıdır) arabasına binip gezdiği, arkadaşa çevresine takıldığı, brunchlarda ortadan beslenmesini sağlayan zengin aile çocuğu Midyat ile bu tip bir ilişki içindedir. Baran’ın Midyat’a hiçbir faydası olmadığı gibi, kendine de, çevresine de bir faydası yoktur.
Hatta kızlara şirin görünmek için arkasından bile konuşur ama bir midye asalağı olarak ateş olsa cürümü kadar yer yakar…
Mutualizm (İki taraflı ortaklık): Karşılıklı fayda esasına dayanan bir yaşama şeklidir. Bu ortaklıktan her iki türde faydalanır.
Bu ideal ilişkinin tanımı işte!
İnsana ‘keşke bir mantar olsaydım’ dedirtecek bir örnek:
Liken birliğini bir alg ile basit bir mantar meydana getirir. Alg bu birlik içerisinde üretici olarak görev yapar. Mantara ise,su ve mineral temin ederek algin fotosentez yapabilmesini sağlar ve sitemi korur.
Ne kadar romantik! İşte hem bunu aradım. Özel hayatımda da iş hayatımda da bir Liken Birliği bulamadım, ne buldum? (siz anladınız onu…)
Liken Birliğini, Aile birliği olarak alsak bunu şöyle açıklayabiliriz; bir Alg olarak elinizden geleni yapıyorsunuz, küçük mantarınız için çalışıp didiniyorsunuz ama yaşamanız için gerekli, nefes alacak alanınız kalmadığı için fotosentez yapamayıp, boğulup kalıyorsunuz. Sistemi de Pronet koruyor.
Ya da bir iş yerinde ekip çalışması yaparken sıradan bir mantar gibi çalışıyorsunuz ama lanet Alg gidip Liken Birliğini tek başına kurduğunu söylüyor.
Gerçek hayatta olan bu.
Basit mantar deyip geçersiniz, ama onlar bile sosyal rejim, demokrasi, eşitlik, paylaşım gibi kavramları sindirip bununla bir birlik beraberlik kurabiliyorlar.
İdeal ilişkinin tanımı bu basit ilişkide gizli, ortak bir amaç, birbirine hayat verecek nefes aldıran bir yapı, ve ortak kurulan ideallerin birlikte korunması esası. Basit gibi görünse de nedense bir Alg, bir mantar bunu yapabilirken insanoğlu bunu beceremiyor. Bence bunun nedeni “ego”. Bir su yosunu kadar egosu düşük olan birini bulabilirseniz ya da siz de bir mantar gibi gardınızı düşürebilirseniz bu olabilir. Ama tutkulu bir birliktelik midir? Onu da bilemem.
Bu rutinde devam eden, biraz 1950-60 arası evliliklerin tarzı bir birliktelik gibi. ‘Ben bilmem beyim bilir’diyen, kadın gibi davranan, erkeklerin erkek olduğu dolayısı ile rol ayrımının netleştiği ve küçük mantarın da sağlıklı büyüdüğü bir ortam.
Sonra kadınların iş hayatına katılmasıyla (başımız göğe erdi!!!!) biraz liken bir alg türedi ve ilişkiler boyut değiştirdi, o zaman da yeni modeler türedi, ki; zaten börtü böcek bunu evrimleştiğinden beri yapıyormuş…Buyrun;
Protokooperasyon: Burada canlılar birlikte yaşamak zorunda değillerdir. Bir araya geldiklerinde birbirlerinden istifade ederler.
Örnek: Timsahın ağzından etleri temizleyen kuşlar.
Örnek: Sevgililer, metresler, kapatmalar…
Bu yukarıdaki örnek halk arasında, selam verip borçlu çıkma olarak da bilinir. Sadece aşk ilişkilerinde değil de iş hayatında ya da kalabalık ortamlarda sıra beklerken bile yaşanabilen kısa sureli bir ilişki biçimi olarak kendini gösterebilir.
– Ya sen ….’de Işe girmişsin, bizim bi proje vardı el atsana…gibi olabilir. Ya da (ısrarlı el sallama ve ıslık çalma ile birlikte ben araya kaynayabilir miyim işaretleri) Kalabalık konser sırasında mesela karşınıza çıkabilir…
Aşk ilişkilerinde ise, genelde iyi aile kızlarının başına gelir. Timsah olduğu ve herifin kafasını koparabildiği halde, sırf dişleri gıdıklanıyor ve bu da hoşuna gidiyor diye nice hıyara katlandıkları. ‘Bu kızın bu herifle ne işi var?’ diye elaleme dert oldukları görülür.
Bu durumlarda nazikçe çevrenize “Aaa, Hasan ile aramızdaki sadece Protokooperasyon…” diyebilirsiniz. Bu durumu herkes için netleştirecektir.
Gelelim en beterine.
Evlilikleri bitiren
Dostu düşman eden
Ortaklıkları bozan
Savaş çıkaran ilişki biçimine:
Parazitizm (Asalaklık): Bir canlının başka bir canlının içinde veya üzerinde yaşayarak besinini ondan elde etmesi şeklinde olur. Parazit canlı konaktan* yarar sağlarken onun zararına iş görür. (Parazitin üzerinde yaşadığı canlıya konak canlı denir.) İyi adaptasyon göstermiş bir parazit konağını öldürmemelidir.
Tabi öldürmese iyi olur…
Ne demeli bilemiyorum.
İlişkilerde üzerinizedekinin en olduğunu bir an once anlamakta fayda var. Hem sizin için, hem de doğası gereği sizden olmazsa bir an önce başkasından beslenmesi gereken parazit için.
Kurumsal yapılarda ise, konak genelde küçük işletmeler, işçiler vs. olduğu için sonunda parazitler bile beslendiği organizmayı öldürmezken, küçük işletmelere parasını geç veren, taşeronları acı çekerek öldüren, büyük holdingler de dengesiz bir parazit örneği.
Tabi bünye büyük oldukça üzerine yerleşilen konak da büyük oluyor. Bu bazen bir ülke olabiliyor. Bütün kaynaklarını tükettiğiniz, hatta insanını, bilgisini, umudunu falan emip geriye posa bıraktığınız.
Şimdi lütfen elinizi vicdanınıza koyup o böceklere bir daha bakınız.
Siz koca bir asalak olarak Dünya’nın bütün kaynaklarını sömürürken, kalp kırıp, tükemeyeceğiniz kaynak için hem cinslerinizi öldürürken o yararlı şeyler bizim çöplerimizi minik parçalara ayırıp Dünya’yı bizim için daha yaşanabilir bir yer haline getirmeye çalışıyorlar…
Yukarıdaki bilgilerin bir kısmını, ama ortaya koyduğum vicdan ve iyi niyetin tümünü tabi ki sevgili yavrum Atlas’a da anlattım. Sonra aramızda şöyle bir sohbet geçti.
(bir sevgi pıtırcığı olan Atlas’ın acaba bir evcil hayvan yaşı gelmiş midir? Diye düşünürken bu konuyu günü tamamladığımız yastık sohbetimize taşıdım)
– Atlascım, sana bir evcil hayvan alsak, ne isterdin?
– Hmmm….hmmm….???
– (benden sevgi dolu ve umutlu bakışlar –içten içe kedi demesini beklemeler falan)
– Hah! Buldum! Hamam böceği!
– Neden oğlum?
– Anne, çünkü o hep sokaklarda dolaşıyor, kendine yaşayacak bir ev arıyor…
– (biraz bozulmakla birlikte kendime ters düşmemek için) Ama Atlas’cım bir hamam böceği ile ne yapabilirsin ki?
– Ona bir hamam yapıcam o da orada sallanacak!
– Haa! O hamak, canım sallanılan hamak
– Hmmmm
– Hamam yıkanılan yer, ne yapacaksın, hamam böceğini yıkayacak mısın?
– Onun adı Pisicivciv!
– Kimin hamam böceğinin mi?
– Evet! Ve o ıslanmayı sevmiyor?!
– Pisicivciv mi?
– Ben ona kısaca Jack diyorum aslında…
– (konuyu fazla uzatmadan) Peki.
Yani sonuçta ben galiba kısa süreli hedefime ulaştım gibi. Ama zararlılardan uzak durması konusunda hala bir mesafe kat edemedim.
Fakat hayatımdaki ilişkileri netleştireceğim bilgiler edindim. Umarım işinize yarar. Bir mantar olarak Alg’ınıza en kısa sürede kavuşmanız dileği ile…
-
Business Şubat 22, 2024
GERÇEK EVLİLİK SÖZLEŞMESİ
Ataşehir Eyüp arası günlük yolculuklarım bir dervişin kendini yollara vurup gerçeği bulması gibi bir etki yapıyor bende. O kadar uzun saatler boyunca tek başıma küçük bir alanda kalıyorum ki çile çekmek ve yollara düşmeyi bir arada yaşıyorum.
Bundan artık şikayetçi olmamayı seçiyorum, çünkü bir nev’I “trafik bilgeliği” ni de getiriyor beraberinde.
Artık şuna inanıyorum ki; kişisel gelişim uzmanlarının uzun yol şoförlerinden çıkması gerekiyor. Çünkü onların bu kadar yol gidegide hayatın ve varoluşun bütün sırlarını çözmüş olması gerekir.
Ben kendi adıma biraz biraz, en azından kendi varoluşumu çözmeye ve kendimi anlamaya başladım. Anlamakla olmuyor kendimce çözümlemeler de getirmeye başladım. Ve tabi ki bunları da sizlerle paylaşmaya hazırım!
Hergün beni yollara vuran şey nedir?
Aşk mı?
Yok…
İş.
Hayattaki en temel motivasyonumuzun mutluluğu bulmak olduğunu düşünüyorken aslında yollarda hergün asık suratlı ve bezgin insanları görünce, parayı bulmak olduğunu söyleyebiliriz.
Almak ile olmak arasında gidip gelirken, almanın daha kolay bir aksiyon olduğunu kabul etmek lazım. Sonuçta alınca sahip oluyorsun, ama bir türlü olamıyorsun.
Farkında olmasak da aslında hala en güçlü motivasyon mutluluk.
Parayı bulunca, arabayı alınca, o evde oturunca, o barda içince mutlu olacağımıza inanmışız o kadar. Eh, buna da inandırılmak zorundayız, o havuç gözümüzün önünde olmasa hepimizin yollarda ne işi var?
Kapitalizimin o yüce havucu olan “sahip olmak durumu” bizi iyi kötü gerçek anlamda yola sokuyor.
Derindeki bir başka motivasyon da sevmek ve sevilmek. Herkes bunu istiyor, bunu arzuluyor, bunun peşinde koşuyor. Para bu kadar önemli olsa da neredeyse bütün şarkılar aşk için. Hala çözemediğimiz bi o var. Atomu parçalıyoruz, birleştiriyoruz ama kırık kalbi hala onaramıyoruz…Çok beter.
İşte, yollarda giderken kapitalizm ile aşkı birleştirmeyi düşündüm, naçizane.
İş hayatında bir işten ayrılsa işler tıkır tıkır gider.
Bir ihale açarsın ilgisiz firma katılmaz,
Büyük çoğunluk sözleşme hükümlerine uyar,
En dandirik işi bile yaptıracaksan iş işi yapacak firmanın referanslarına bakarsın,
En gerzek iş için alacağın eleman ile bile en az 3 kişi görüşür,
Performans değerlendirmesi yapılır ona göre iş akti uzar…falan filan.
Kurumsal firmalar mutlu mesut büyüyerek hayatlarına devam eder…
Ben de aşk hayatı için benzer bir model uygulamasına girmek istiyorum:
“Yaşam Ortağı” adı altında bir ilan vereceğim.
(Daha sonra adı Melda Yaşam Ortağı MYO olarak markalaşabilir)
Teknik şartname yazacağım:
· Performans kriterleri (ö-höö…)
· Kredi mektubu (A sınıfı bir bankadan alınmış)
· Referanslar (En az benzer 3 profilden derlenmiş)
· Teknik özellikler (tipi, eğitimi, ailesi, varlığı vs.)
· Bakım onarım ve yedek parça (sağlık raporu)
· Servis terminleri vs… (yani ne kadar süre yanımda yoksun, ben sana ihtiyaç duysam en kısa ne kadar sürede yanımda olabiliyorsun? Desteği nasıl alıyoruz, telefon mu? Chat mi? yoksa yerinde servis mi?)
Daha da zengileştirilebilir tabi ki bu. Hala üzerinde düşünüyorum…
Sonra bir ihale açmak istiyorum.
Bu kriterlere uyan arkadaşlar gelsinler.
Yaşatmayı vaad ettikleri hayatlar ile başvursunlar.
Tarafsız bir kurul bütün bu başvuruları değelendirsin.
Sonra “hayırlı olsun arkadaşım, ihale sana kaldı!” desinler.
Gelsin sözleşme…
Sözleşme şartları net ortaya koysun.
Her iki taraf sorumluluğunu bilsin.
Tek taraflı fesih olmasın.
İş aktine uymayanlara ceza işlesin.
Mücbir Sebepler dökülsün!!!!
Örnek: Kıvanç Tatlıtuğ beni beğendi ve benimle olmak istedi, kocamı terk ettim…
Bu coğrafyada daha mücbir bir sebep yok.
Erkek olmadığım için bilmiyorum, sizin mücbir sebebiniz nedir?
Ama koyun kardeşim, bilelim ona gore sözleşmeyi imzalayalım…
Yani;
Ben gençliğimi yaşayamadım, o nedenle 40 yaşımda azıp kudurabilirim ise, o zaman sözleşme falan olmaz…Ama baştan bilelim.
Çocuklar ile birlikte yeni addendumlar olmalı.
Yeni iş ve sorumluluk tarifi olmalı.
Sözleşmenin bitiş tarihi net ortaya konmalı ve otomatik uzatma olmamalı…
Sorumluluk maddelerine göre performans değerlendirmesi yapılmalı.
Hatalı taraf fesih maddeleri uyarınca gerekli ceza şartlarını yerine getirmeli, ve zarar tanzimi yapılmalı. Estetik cerrahi mi olur? Botox mu? Detoks mu? Bilemem…
Başarılı olan taraf, eğer sorumluluklarını yerine getirmişse, onu aşağı çeken iş ortağından kurtulup, daha fazla büyümek üzere halka arz olabilmeli.
Hatta tam sayfa reklam vererek, kendini allayıp pullayarak.
Yaptığı işleri tek tek sayarak…
Gelsin o zaman paralı yatırımcı. İşi büyütelim.
Valla bu sistem kurumsal hayatta tıkır tıkır işliyor. Kimse de şikayetçi değil.
Ama aşık olmak da ne?
Yani hangi aklı başında şirket sahibi, ya da çalışanı kapıdan içeri giren bir iş ortağına bakıp, herhangi bir geçmiş araştırması yapmadan, işi becerebileceği hakkında fikri olmadan, kredi geçmişini görmeden, sadece adamın gözleri güzel bakıyor diye bütün hayat yatırım birimini hem de münhasıren bir iş akti ile bağlar?
Kimse…
Yani sözüm bu ki. Madem para kazanmayı başarıyoruz ve madem almak da önemli o zaman bu model bir uygulama olsun.
Devlet kimseyi bütün bu belgeler olmadan evlendirmesin. (ki zaten artık evlilik dışında bir başka iş modeli olamayacak gibi görünüyor) Hatta bu iş ortaklığının henüz başında danışmanlar sürece dahil olsun, kalite belgesi alabilmek önemli olsun, bilimum eğitimler ve kamplar düzenlenerek çiftler birbirileri ile anlaşmayı, ortak iş yapmayı, sorumluluk almayı, takım çalışmasını öğrensin…
Sevgili devlet büyükleri, sizlere sesleniyorum. Nasılsa herşeye siz (sen mi demeliydim?) karar veriyorsunuz. Yapın bi güzellik! Sonra sözleşme maddesinin performans bölümüne eklersiniz:
“ En az 3(üç) çocuk çiftlerin iş akti süresince her iki tarafın da eşit katkısı ile bu ortaklığın çıktısı olarak beklenmektedir. 3(üç) çocuğu ortaya çıkarmayı beceremeyen çiftler beher üretilemeyen çocuk başına 50.000 (elli bin) TL “çocuk yapmadık, çünkü istemedik” cezasını öder. Çocuk yapma konusunda teknik şartları yerine getiremeyen çiftlerden alıncak olan belgeler, Sağlık Bakan’lığı onayından sonra ilgili vergi dairesine iletilmek üzere sözleşme ile birlikte sunulmak zorundadır.”
-
Business Şubat 22, 2024
Biz İsveç’te Manzaraya Mönzaran Deriz…
Havaalanında daha önce Londra uçağında bir kapı krizi yaşadığım için (kapının değiştiğini son dakika anlayıp panik atak geçirip, havaalanında bayılıp uçağımı kaçırmıştım. Eminim herkesin başına geliyordur) temkinli bir şekilde kapımı 10 kere kontrol edip, bana Anadolu’nun ücra bir şehri ya da Arap Yarımadası’nda bir yere gidecekmiş gibi görünen 206B’de Stockholm uçağımı sabırla bekledim.
Gezi günlüğümün ilgili sayfası
Bayılmadan, krize girmeden uçağa bindim. Çok tadında bir yolculuk süresi olan 3 saatten sonra yukarıdan baktığınızda sanki uzun sure güneşte kalıp boyaları dökülmüş metal bir yüzey gibi görünen Stokholm’ün üzerinde alçalmaya başladık.
Yaklaştıkça o boya parçası gibi görünen binlerce lekenin birer ada olduğunu anladım. Allahım! Bu ne güzellik, bu ne güzel manzara, üzerinden uçulması gereken bir şehir Stokholm. O minik adaların her birinde minik kırmızı damlı bembeyaz evler, evlerin bahçeleri, beyaz yelkenliler, yollar, köprüler, yemyeşil çayırlar, ormanlar, sarı çiçek (kanola?) tarlaları…Takım adaları geçip şehre yakınlaşmaya ve daha alçalmaya başladık, yemyeşil bir kent, yine adalar, köprüler, yeşil, kırmızı damlı alçak taş binalar…yeşillik, orman, yeşillik, orman ve pıt! Stockholm Arlanda Havaalanı’ndayız
Sana bugün bi başka uçaktan baktım ey Stockholm!
Işıl bana telefonda, “Otel Stockholm’un Arlanda diye bir mahallesinde biraz şehrin dışında “demişti. Ancak kaldığı otelin havaalanı oteli olduğunu indiğim zaman anlamış bulundum…
Böylelikle normalde bir geldiğinde bir de giderken gittiğin ulular arası havaalanına biz her gün gittik geldik. Stockholm havaalanına gitmesini en iyi bilen turistler olduğumuz konusunu iddia ediyorum. Her yoldan gittik geldik!
Havaalanına iner inmez en fazla dikkatimi çeken şey sessizlik ve dinginlik oldu.
Ne görsel olarak, ne işitsel olarak sizi yoran hiçbir şey yok!
Yalın estetik ve rafine görsellik hemen ilk adımınızda sizi karşılıyor, bir de Stockholm da yaşayan ünlülerin posterleri ile birlikte “Evinize Hoşgeldiniz!” tabelaları. Havaalanı treninde de “Stockholm Sakinleri –ki doğru, çok sakinler- Evinize Hoşgeldiniz” diyordu. İstanbul’u düşündüm bir an, mümkün olsa her türlü girişe “Bi siktirin gidin bea! Siz yokken bu şehir ne güzeldi!” yazacak.
Pasaport kontrollerimizi sessizce yaptık.
Sessizce dışarı çıktık
Havaalanının dışında “…zaarrtt düüürrrrttt annnnaaaaaeeee yussuuufffffff haiffeeeeee taksssiiiiii vart vaaarrtttttt…” falan hiçbir şey olmadan sakince otelin shuttle’ı sevgili dostum ALFA’ya binip 5dk içinde otele geldim!
Otele yerleştim, Işıl’la kucaklaştık, üstümü değiştirdim! (her zaman mikro valizimde bir gece kıyafeti ve bir mayo bulunur Allah’tan!) Işıl’ın yeni edindiği uçuş dostlarının davetlisi olarak, İsveç Büyükelçisi’nin ev sahipliğini yaptığı konsere icabet ettik.
Rüya Taner ve Dinçer Özer’in verdiği piyano-perküsyon konseri harikaydı. Konser sonrasında onlarla sohbet edip, sanki her gün Stockholm’de bu tip bir davete katılıyormuş duruşunda olduğumuzdan, bizi Büyükelçi’nin karısı yada Kültür Ateşe’si sanan da oldu. Olsun! Şanımızdan olsun….
Büyükelçi’nin “kim bunlar?” diye daha fazla kendini yormaması için koktelyden izin isteyip ayrıldık ve sonunda bu güzelim şehri keşfetmek üzere baş başa kaldık!
Tarih müzesinde düzenlenen konser sayesinde Vikinglerin geçmişini de hızlıca görmüş olduk. Öncelikle gayet normal boylarda insanlar, hatta bizim Orta Asya kafa boyutunu karşılaştırırsak oldukça küçük ve ince kafataslı insanlar.
Müzeden anladığım kadarı ile Vikingler hep güneşi aramak üzere yola çıkmışlar ama onu yuvalarına geri getiremeyince altın’ı almışlar.
Yine 2000 yıllık tarihlerine bakılırsa rafine estetik genlerinde var, ve ilk çağdan bu yana minimal tasarım ve mükemmel işçiliğe çok önem vermişler.
Vikinglerin bu kadar küçük insanlar olduğunu düşünürsek bütün dünya’ya neden bu kadar korku saçtıklarını da anlamış bulunuyorum…İsveççe!
Sanki deniz kuşlarından öğrendikleri bir dili konuşuyor gibiler. Kulağa “Yagll yaalllgggglll glup danging” gibi gelen bir dil. Çok nazik birşey bile Kött Göböndt Hağğğlln falan diye okunduğu için, büyük ihtimal Vikingler alt tarafı güneşe giden yolu soruyorlardı ama kafalarında boynuzlu kaskları ve yolda uzamış kızıl sakalları ile de biraz enteresan göründüklerini de varsayıyorum, ilk ağızlarını açtıklarında Fransız, İtalyan vs halklarının donsuz kaçmış olmaları çok normal.
Viking efsanesi, tamamen yanlış anlaşılma. Bunu da buradan netleştirmek istiyorum.
Uzun lafın kısası, güneşin tepemizde parladığı bir İsveç akşamında Işıl ile yollara düştük. Ufuk çizgisini ne de çok özlemişiz! En yükseği 3-4 katlı binalar ile gökyüzünün keyfini çıkara çıkara yürümeye başladık.
Sürekli kendi ideal dünyamızı yaratmaya çalıştığımız Lego ya da Mine Craft gibi İskandinav (Lego Danimarka / MineCraft İsveç) menşeii oyunlardaki Dünya’nın aslında var olduğunu anladık.
Aaaaa… Legoland!
Alçakgönüllü ve sıradan olup, bu kadar hayranlık uyandırmak çok İsveçlere mahsus bir şey! Binalar, hanedan, kıyafetler, tasarımlar. İlham verici bir şehir, bir ülke!
Doğa, coğrafya, insanlar, binalar, renkler , serbestçe yüzen kuğular ve bebekler Dünya’nın güzel bir yer olduğuna dair umudunuzu besliyor.
İsveç’te gördüğüm en temel şey sürdürülebilir bir çevre, şehircilik, teknoloji falan olması için öncelikle sürdürülebilir bir insan davranışı olması.
Bütün parklar, kraliyet sarayı, insanların bahçeleri, her yer açık. Hiçbir yerde “girme, kopartma, öldürme, yeme, atma, pisletme…” uyarıları yok.
İnsanlar, krallarına ve senatosuna, yönetenler halkına, halk birbirine güveniyor…
Kraliyet sarayının kapısında bir akşam bir muhafız gördüm, prensesin sarayının bahçesinde de halk piknik yapabiliyor.
Politik gündeminin temel maddesinin halklarınının mutluluğu ve ekolojik denge olan bir ülkeden bahsediyoruz burada!
Halkın bilim sanat ve tasarım konusunda bu kadar üretken olmasına şaşmamalı. Biz bir ağacın peşinde ölüyoruz yaw!
Keşke Vikingler bütün dünyayı ele geçirseymiş diye düşünüyorum.
Bir de adamlara barbar demişler! Sizsiniz barbar!
Gezi günlüğümün bu kısmında merak edenler olabilir; nerelere gidilmeli nereleri görmeli ne yemeli vs…
Valla bence binin bir otobüse gidin, nasılsa güzel bir yer görürsünüz. Ekmek ve tereyağı bile çok lezzetli dolayısı ile aç kalmazsınız, zaten su da her kafe, bar ve otelde bedava. (çünkü halkı su bedava diye çatlayana kadar su içip, evdeki 18lt lik bidonunu cafeye getirip doldurmayı düşünmez.)
çok hoşuma giden bir terimleri oldu: FİKA
(kahve ve yanında yenen kurabiye türü pastane mamulleri demek)
Yani biz ki yemek konusunda aşmış bir ülkeyiz neden bu tip terimler üretemedik bilmiyorum. İşte diyorum ya, yaratıcı olmak için Maslow üçgeninin tepesinde olmak lazım biz hala en altta sürünüyoruz.
Ama ben bizim için bazı terimler türettim:
KAPE: Karpuz ve Beyaz Peynir
SİÇA : Simit ve Çay
RABA : Rakı Balık
KİBÖ: Kısır Börek
RANST: Tost Ayran … neymiş, istenirse oluyormuş.
eki müzeler, parklar, saraylar gibi yerleri dolaşırken monarşinin çok da kötü bir şey olmadığını da kanaat getirdim. Sonuçta bütün toprakları kendi toprağı olarak düşünen biri olduğunda onları koruma konusunda da çok daha hassas davranabiliyor. Atalarının kanının ile aldığı topraklara güzel binalar yapıyor, satmıyor, yağmalatmıyor, özeniyor ve koruyor. Bu arada tabi ki en az yirmi nesil iyi eğitim ve terbiye almış olduğu için açgözlü ve arsızca bir davranış içinde olmuyor. Soysuzluğu; iyi ve soylu bir kral ve kraliçenin sakin ve ağırbaşlı tavırlarının yanında tam anlıyorsunuz.
Bu arada bir prenses Viktoria durumu var. Kendisi spor hocası ile evlenmiş (I feel you babe!) Anne ve babasının hafiften cinnet geçirmiş olduğunu birinci elden biliyorum. Uzun vadede haklı da çıkacaklardır. Hadi, bana kimse “prensesim” demedi diye ben böyle bir hıyarlık yaptım diyelim. Senin derdin ne anam babam, senin kartvizitinde yazıyor prenses diye!!!
Ama orada kadın erkek eşitliği sözde değil özde olduğu için Viktoria böyle bir karar almış olabilir. Bunu neye dayanarak söylüyorum: Ne zaman kadın erkek eşitliği ile ilgili bir konu olsa, hep bizim parklarda elleri birleşmiş bacaklarının arasında yan devrilmiş tosur tosur uyuyan bir adamları düşünüp, kendi kendime “eğer bir gün kadınlar da parklarda böyle uyursa o zaman bana eşitlikten bahsedin” derdim. Parklarında sere serpe yatan kadınlar; elle, sözle, gözle tacize uğramadığına göre burada gerçek eşitlik de var. Et kokmayan ve etin taciz edilmediği parklarda Stockholm’ün gece yarısına kadar süren yakmayan, sıcak, akşamüstü 5 güneşinin tadını çıkartmak için mutlaka mola alın derim.
Özet olarak. Bir şehrin fontu, renkleri, tasarım bütünlüğü ile bir marka olabileceğini, sakin ve dinginliğin şıklık olduğunu, minimalizm’in bir akım değil insanın mimik, jestlerine bile işleyen bir yaşam tarzı olduğunu, medeniyet ile modern teknolojinin ayrı kavramlar olduğunu kısa bir İsveç gezisi bana öğretti.
Rabıta yerleri ve tasarım koltukları ile evim diyebileceğim havaalanında uçağımı beklerken sürgüne gönderilen bir Rus prensesi gibi kalbimi burada bırakıp ağlayarak geri döndüm…
-
Business Şubat 22, 2024
KIŞ UYKUSU
Gerçekten de sizin yaşadığınız yerleri bilemem, ama İstanbul’un kışı pek bir rezil oluyor.
Ne gerçek bir kış, ne bir ılıman hava, manik depresif bir ruh hali gibi, bir gün güneş açıyor, ertesi gün kar yağıyor, kar benim gök kuşağından sonra en sevdiğim doğa olayı olduğu için hadi buna seviniyorum, hava ertesi gün hemen ya o güzelim bembeyaz karları buza çeviriyor ki; odun gibi simsiyah olsunlar ve biz eğer trafikte, ya da otobüs beklerken, sokakta yürürken falan bir şekilde ölmediysek, en azından o pis buzda kayıp boynumuzu kıralım….Ya da hemen ertesi gün yağmur yağıyor ki; karda yürümek, kardan adam yapmak gibi azıcık bile olsa, içinde bulunduğumuz cendere ruh halinden kurtulacak mutlu bir an yaşayalım…
Ama yoooo..
Herşey olduğu gibi; maç, bir politikacı ziyareti, yağmur, ufak bir kaza, yeni ekilen çiçekler, okulların açılması, cumartesi, cuma akşamı, pazar öğlen…kar da sadece daha fazla! Çok fazla! manyakça bir trafik demek olsun.
Yine sizin yaşadığınız yerleri bilmem, bilemem…Ama ben sürekli gergin, huysuz, her boka maydanoz, hayatımı zindana çevirmeyi kendine iş edinmiş ihtiyar tatsız bir baba ile yaşayan evde kalmış kız hissiyatı ile günlerimi geçiriyorum.
“Ay şimdi şuna laf edecek…hah! uyandı kim bilir neye saracak?” hep bir baskı hep bi gerginlik…
Ya da, olur ya, mesela benim ufak tefek zevklerim vardır, ne bilim, afrika menekşesine bakıyorumdur, kanaviçe falan işliyorumdur, arada bakkalın çırağı, tüpcü çocuk ile flört ediyorumdur. Ufak mutluluk anlarım ya da kaçışlarım vardır, hemen onları görüp yok eder! Onu öksürtüyor diye menekşeler atılır, estetik anlayışı olmadığı için “madem elim iğne tutuyor” kanaviçe yapacağıma kendi donlarına yeni lastik geçirmemi ister…tüpçü çocuk ve bakkal çırağı ile kendi muhatap olur. Bu evimdeki mendebur ihtiyarın hiç öyle çekilecek tarafı olmadığı gibi, evdeki varlığı ile de mutlu olamazsın…Konuşmaz, konuşursa ya azarlar, ya şikayet eder, müzik dinlemez, kitap okumaz, hobisi yoktur itin! Bütün gün bi köşeye kurulur, mahalleyi keser ve gelen geçen herkesten nefret edip, söylenir durur…
Ruh halim bu.
Sonra, Eylül başında ben kendi işimi yapıcam diye çıktım ya yola! iyi bok yedim…
Onun da bi baskısı, gerginliği, bi stressi falan var.
Ayrıca bütün bir ay çalışıp para almıyorum…
Tamam zamanım var, ve sevdiğim bir işi yapıyorum, ama hayatım eskisinden de zor.
Hayatı kolaylaştıran tatlı anlar vardır, mesela dostlar…
Ama domuz gribi olduysan, bu seni onlardan da hafif uzaklaştırıyor.
Aşk mı dedi biri? Yardımcı olamiciiim. Kışın, ve yüzümün yarısı uçuklamış, saçlarım matlaşmış ve üzerimde 7 kat kıyafet ayağımda asker postalları ile kendimi aşka açamıyorum.
Açacak yerlerim kapalı, tutulmuş ya da üşüyor…
Bi de üstüne bi kapalı havaaa, aman bi depresiffff, bi soğukkkk, bi ayazzzz, bir sıkıntılıııı…
Kimse çalışmak, buluşmak, eğlenmek istemiyor.
Saçını fönletsen saniyede kafana yapışıyor, ruj sürsen kaşkola bulaşıyor, topuklu ayakkabı giymek na mümkün! Napıcan?
Sizin memleketlerde ne yapılıyor? Hani burası İsviçre, Fransa Alpleri falan olsa git kayak yap.
Burada eve kapan, film, kitap, boza, sahlep, kuruyemiş, meyve, kalbin kırıksa çikolata…
Sonra bu rezil hava geçecek ve kendini en piyasaya çıkartman gereken aylarda ne olacak??? Dirilişteki Leonardo Di Caprio. Bitmiş tükenmiş, morali çökmüş, enerjisi çekilmiş, şişman bir haliniz…Bütün bahar artık koş, diyete gir, kendini toparla…
Derken şunu düşündüm.
Ulen, biz neden kış uykusuna yatmıyoruz?
Bu nefis bi fikir? Biz bunu ayılara nasıl kaptırdık yaw?
Ekim Kasım gibi git, arkadaşların ile ziyafetten ziyafete ye ye ye…
Kıçına tıka otu, devril yat! – ki insanlar bunu yapıyor olsa eminim ot olayını bir şekilde daha iyi çözerler- herkes uykuda. Nefis.
Ay bir doğa da nefes alsın. İnşaat yok, trafik yok, kurda kuşa bulaşan yok.
Misler gibi döne döne uyu. Ayılar 5 ay uyuyorlarmış, tamam ayı gibi uyuma, onların uykusu ağır, 3 ay uyu…
Bi uyanıyorsun, cildin kendini yenilemiş ışıl ışıl, dinlenmiş bir beden, saçlar gürleşmiş, en güzeli deli kilo vermişsin…
Uyan, al randevunu, ağda, manikür pedikür, dip boya! 2 saatte yaza hazırsın.
Hava güneşli, günler uzun
Bir sürü yapılacak iş var, bereket geri gelmiş piyasalara.
Hani derler ya, sen bi bunun üzerine uyu…Belki de savaş falan da olmaz, mis gibi dinlenmişsin, yenilenmişsin, bahar gelmiş…Onu mu düşünücen?
Çık sokağa, katıl bir hayata…o karanlık pis, ağır hava ile bıraktığın şehir de bi kendine gelmiş. O da haklı yani, kızcağınızın 6-7 kişilk misafir hazırlığı var, biz 50 kişi abanmışız, evin içine sıçmışız, ne var ne yok yemişiz tüketmişiz, uğul uğul bir ses, ne dendiği anlaşılmıyor…İstanbul’um da bi nefes alır, biz dötümüzde ot ile uyurken.
Bence her türlü saçma fikrin kabul bulduğu bu cinnet vatanımda, Asrın Projesi bu olmalı.
Benim aklım yattı…Otlar benden arkadaş…Öyle bi ot da tıkarım ki 3 ay rüyaya doyamazsınız.
Hadi öptüm.
Ben yatıyorum…
-
Business Şubat 22, 2024
Serdar Aksoy –sizin motivasyonunuz da olmasa…-
“Sevgili Melda; Öncelikle hayırlı uğurlu olsun diyorum. İnsanın hayal ettiğini gerçekleştirmesi ne güzel! Senin adına çok sevindim. Aslında bir çok şeye zaman ayıramama çoğu zaman da ayırmak istemememe rağmen deminden beri siteni gezip yazılarını da keyifle okuyorum. Ve çok güldüm. Düşünen ve üreten insanların yazmaya ihtiyacı var, hayatın ve insanların da onların yazmasına… Edebildiğim kadar takip edeceğim. Açık yürekli,akıcı, komik ve dürüst yazıların çok keyifli. Tekrar tebrikler, kolaylıklar 🙂 “
Semra.“Askim yine dokturmussun super olmus cok begendim.Man in blackde dolapta yasayip caakma rolexe tapan ecis bucus insanlara benzettim kendimi sayende”
Alirıza“Meldacim, epeydir sayfani ziyaret etmemistim.. Aklima geldi, bir bakayim , dedim.. İyi ki bakmisim..:)) Son yazinla yine guldurdun beni..)) Ozellikle babanin Çit meselesi cok komikti.. Ama sunu demeden de yapamayacagim: Noolur kendini bu kadar yorma arkadasim… Sevgiler “
Ozlem –sadık izleyicim iyi ki varsın!-“En son yazın beni benden aldı diyorum, daha da birşey demiyorum. Bir tek şu eksik, ben 15dk geç kaldığımda bir de yöneticimden laf işitiyordum. Change your life or change yourself :))))))))))))”
Yasemin“Meldacım, seni tebrik ediyorum. İnanılmaz bir insanları büyüleme potansiyelin var. Okudukça okumak geldi yazılarını. Bir kadında bukadar çok mu marifet olur ya :))) Seni yıllar sonra bulduğum için çok mutluyum. Ama en çok seni bukadar başarılı ve mutlu gördüğüm için mutluyum. Bravo sana :)))”
Burçe“Melda’cığım, Canım Arkadaşım.. Sürpriz verilen hediye paketleri gibisin. İnan içinden ne çıkacağını kestirmek imkansız. Atom Karınca misali enerjin, insana kasvetli gri günlerden sonra gelen ilkbahar coşkusu yaşatıyor. Canım benim, çizimlerine B A Y I L D I M… Onları bir şekilde değerlendirmezsen inan yazık edersin. Atlas, başlı başına bir güzellik. Hoş, Ali Rıza ve senden çirkin ve sevimsiz bir karışım çıkması da düşünülemezdi zaten. Seni en son ne zaman gördüğümü hatırlayamıyorum bile. Ama, benim için arkadaşlığının anlamını tahmin bile edemezsin. Ne yapsan iyi yaparsın. Kalbinin temizliği ve güzelliği gözlerinden fışkıran, benim canım arkadaşımsın. Çok başarılı ve sen kokan bir site yapmışsın. Bundan böyle keyifle ve merakla takip edeceğim. Seni çok öpüyorum…”
Gamze“Çok güzel bir site olmuş canım.Ellerine sağlık”
Baise“Melda’cım belki yeni yazılarını sayfaya koymuşsundur diye büyük bir hevesle aradım ama bulamadım yeni yazı isterimmmm :)”
Özlem – tamam koyuyorum-“sayfanıza rastladım ve cok sevdım (sizi mi sayfayı mı bilemiyorum) , devam… sevgiler”
Dr. Arzu“Lovely boy, great drawings, bilingual, so many talents !”
Phillppe“Melbocugum yazilarini buyuk bir ilgi ve hayranlikla takip ediyorum. Ayrica Arzu ya bahsettim o da okumus cok begenmis ve eglenmis…Kucuk bir tavsiyem yazilarina tarih koyman…sevgiyle kal…”
BorBor“Site çok guzel o resimleri gercekten sen mı çizdin”
Ege“Sevgili arkadaşım. Bu ne yaa. bu ne. bu nasıl bir anlatım,bu nasıl bir anlatıma ruh katım. Okunmuyor, gözler kelimeleri görürüken olaylar yaşanıyor. Seninle arkadaş olmak işte böyle tatlı bir şey. Sen bizim kadar şanslı değilsin çünkü, senin, senin gibi bir arkadaşın yok.Napalım bu da senin kaderin.sevgiler. atlası mıncıkla.AliRızaya selamlar”
Çok Sevgili Serday Beyciğim!“Meldacim… senin izini bulduguma o kadar sevindim ki, gercekten “iki satir” yazmadan edemedim. Oglun harika…inanamiycan ama benim oglum kucuk Derrin neredeyse liseyi bitiriyor…bende hayatimin 4’uncu chapter’ina hazirlaniyorum. Hala US’deyiz, facebook’ta buldum seni (tesaduf Volki’nin sayfasina bakiyordum)..hemen invite gondericem. Firsat yakaliyabilir, gorusursek ne iyi olur. Sevgiler canim.”
Berna“Canim dostum can dostum, defneyi uyusun diye bilmem kacinci kere emzirirken aklima geldi ve dur bakalim Melda neler yazmis dedim. Yine beni coook guldurdun bir 8 bir de 4 aylik bebe sahibi annenin hislerine tercuman oldun. Bu satirlari da hala emzirirken blackberry ile yazmaktayim Ellerine saglik…”
Damla“Mükemmel..özellikle Atlas ile ilgili olan kısımlar(kendimden ve oğlumdan bi dolu şey buldum) sevgiler”
Ayşegül“Meldacım eline sağlık çok beğendim; inan beni başka bir dünyaya götürdü. Ali verdi adresi öyle gördüm. selamlar. çok çok öptüm.”
Alaeddin“Facebook’da asla bulamayacağınız anlar! baslikli yazin tek kelime ile harika:) yazdiklarini senin mimikleirn ve ses tonunla okudum icimden:) super bir hatunsun sen:)”
Ayakkabı Perisi“Meldacigim… Super bir anne olmussun…Atlas muthis yakisikli… Bana yaz lutfen, izini kaybetmistim, simdi bulduguma cok cok sevindiiiiim:) Opuyorum seni kocamannnn…”
Ayakkabı Perisi“Canım Meldacımm:) Çocukluğumun tatlı arkadaşını yıllar sonra yazılarında bulmak varmış… Altınoluk taki evimizin bahçesine kurduğumuz çadırı hala unutamam ve sevgili yaramaz kardeşinin çadır önünde çıkarttığımız terliklerimizin üstüne yaptığı şeyi :)))))))))) Harikasın! Okudum yazılarını büyük bir keyifle..Zevkle takip edicem bundan böyle.. Tanıdığım herkese selamlar , oğluşunu ve seni öptüm kocaman.. Aşkla ve sevgiyle kal..”
Güniz Girgin“Meldacımmm Sana çoçukluğumu anlatmayacagım ama, Ali Rıza nın bu gücü bu enerjiyi nereden ve nasıl bulduğunu son yazında anlamış oldum.(spor haricindeki tüm yük senin sırtında ) Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın sözü çuk oturmuş. senle sadece bir kaç organizasyonda karşılaşma fırsatım oldu ve bunların hepside ya dağa çıkarken yada çalılıkların içinde debelenirken. ve her seferinde demekki nasıl bir kıskançlık adamı dagda bile tek başına yollamıyor,birde ufacık yavrucağı vermiş sırtına adama edilen zulme bak yazık valla Ali Rıza’ya diye düşünüyordum taki Ali Rızayı tanıyana kadar! Ben ne bileyim bu adamın bionik olduğunu spor konusunda limiti olmadığını spor yapmaya başladığında daha zorunun peşinden koştuğunu? hasbel kader sporu seven birisi olarak Ali Rıza ile birlikte spor yapmaya (daha doğrusu spor yapanın yanında yamaklık yapmaya başladım) ben ki çoçukluğundan beri sporla uğraşan ama her daim 0.1 tonluk cusseye sahip birisi olarak bir türlü insanların (kızların) hayalindeki vicut yapısına ulaşamamış ve motivasyonu sürekli dağılan bir haldeyken ve Askerlik Hizmetini denizci olarak çok rahat bir şekilde yorulmadan üzülmeden bitirdiğime sevinirken yüzbaşı Ali Rızanın yanıda gönüllü olarak komando eğitimi almaya başladım ve seni kısmen anlamaya başladığımı söylemek.istedim Yazıların çok güzel,devamını bekliyoruzzz ellerine sağlık”
Erhan“Melda’cım yazılarını okurken tam karşımda oturmuş konuşuyorsun gibi sesin kulaklarımda çınladı..seni ne kadar özlediğimi yine hatırladım.Tebrik ediyorum çok beğendim herşeyiyle siteni..sevgiler..”
Eda“Her tarafından zeka fışkıran bu yazıyı okumak bana da kısmet olduğu için şanslıyım ve de mutluyum. Başlayıp bırakılamayan hatta aman bitmese diye okurken gözlerini kapattıran bir yazı. Çok hoş, çok nükteli ve çok akıcı. Melda’ya da bu yakışır.”
Serdar Aksoy“Merhaba Melda sayfana bugün ablam Özlem Öğüt sayesinde rastladım. Yazıların çok başarılı, gülmekten kırıldım. Benim de 17 aylık bir oğlum var ve yazdııklarından yaşadıklarımda yalnız olmadığımı fark ettim (rahatladım :)) ) Rica etsem her hafta bir yazı yazıp, özellikle pazartesi günleri, bizi enerji ile yükler misin? Sevgiler, sevgili Atlas’a da kucak dolusu sevgiler.”
Işıl“Melda’cim şu hormonlu uzay çağı yazını okurken gözlerimden yaş geldi. . harikasın.. :)”
özlem -
Business Şubat 22, 2024
Mustafa Topaloğlu “Hepimiz uzaylıyız” dediğinde doğru söylemiş olabilir mi?
(cevap kesin bir EVET!)
Bundan tam 22 hafta önce kendimi bambaşka bir dünya içinde buldum. Çoğu insanın ilgisi, kulaktan dolma bilgisi ve kişileri kalıplara sokma isteği olan bir konu: astroloji.Daha ilk derste şunu anladım ki kadim bilgeliğin olduğu bir kapıyı araladım.
Hayatın kullanma kılavuzunun olmaması bana hep garip gelmişti, meğer varmış ve onun adı “Doğum Haritası”ymış.Koskoca uzay boşluğunda, dans ederek etrafımızdan dolanan gezegenlerin, çekim alanına girerek şekil alan kozmik varlıklarız. Bunun farkına vardığımda nihayet evrenin bir parçası gibi hissettim. Aynı Dünya gibi, ben de yıldız tozuyum.
Bu et olmaktan daha havalı bir şey. Dünyayı ve evreni oluşturan partiküllerin atomik çekim gücü ile bir arada tuttuğu kitleyim ben.
Dünya’ya gelip de göğe doğru ilk nefesimi aldığım o an, gökyüzünde dev gezegenlerin zarif danslarını yaparak oluşturdukları kombinasyon ile bana özgü tasarlanan bir kaderin de formülü bu çekim alanı ile ortaya çıkıyor. İşte ben buna Kozmik DNA diyorum.İnsan genomu üzerinde yapılan deneylerde mikro kozmozun sırları çözülürken, bir yandan da dev teleskoplar ve uzay araçları ile makro kozmoz keşfediliyor, bütün bunun sonucu Mevlana’nın dediğine çıkıyor “Evren senin içindedir.”
Yıldız haritasını okumaya başladığımda bana aynı bir doktorun istediği detaylı tetkikler gibi geldi. Aileden getirdiğimiz olası genetik hastalıklar, kan değerlerimiz, taşıdığımız riskler, sağlıklı olmak adına sürdürmemiz gereken hayat tarzı, alerjilerimiz, kemiklerimizin gücü ya da kırılganlığı, anne babadan aldığımız özellikler, deformiteler, vücudumuzdan atmamız gereken bazı kistler…Bütün bunları bildiğinizde bedeninize dair derin bir anlayışınız oluşur. Neyin size zarar verebileceğini, hangi tür alışkanlıklara devam ederseniz genetik olarak yatkın olduğunuz hangi hastalıkları tetikleyeceğinizi, nelerin sizin bağışıklık sisteminizi çökerteceğini bilirsiniz. Eğer bunları bilerek ona göre bir hayat tarzı benimserseniz de hayatta olduğunuz süreyi sağlıklı ve huzurlu geçirebilirsiniz.
Peki ya aynı böyle bir tetkiki ya kaderle ilgili yaptırabilseydiniz?Başınıza gelebilecek problemler, size yıpratacak yaralarınız, aileden getirdiğiniz karmalar, hayat ile mücadele gücünüz, gideceğiniz yön, güçlü taraflarınız, arızalarınız ve gariplikleriniz…Başkalarının size nasıl algıladığı, zararlı ve yararlı huylarınız.
Yıldız haritasına bakmak ne burç ne fal denebilecek kadar hafif bir konudur.
Doğduğunuz andaki gökyüzü raporu, sizin ruhunuzun elementini verir. Hayatta eksik kaldığınız yerleri söyler. Hava elementiniz mi çok? Akla çok mu önem veriyorsunuz? Su mu az? Empati ve duygu dünyasını anlamak için neler yapabilirsiniz?
Burcunuzun hangi dekanına düştünüz (yani 30 derecelik zodiak burç açısında siz neredesiniz?) Terazisiniz ama Kova görünümlü bir Terazi misiniz? Peki ya evler? Hangi evde stelyumunuz var? Nerede parlayacaksınız? Hayat size nerede yol açacak? Sınavlarınız nereden gelecek? Peki evleri hangi gezegenler kesiyor? Nasıl bir evliliğiniz olacak? Yaralarınız nerede? Bu yarayı saracak şifayı nerede bulursunuz? Şansın güldüğü gezegen, sevgili Jüpiter size hayatınızın hangi alanlarında göz kırpıyor? Peki sevgiyi nasıl gösteriyorsunuz? Size nasıl sunulursa bunu kabul edebiliyorsunuz? Para nereden gelecek, nasıl gelecek? Haritanızdaki açı kalıpları size ne ile ödüllendiriyor ya da nasıl bir müfredat sonrası sizi büyütüyor? Hangi gezegen yüceliyor ve size evren nerede kozmik bir boost vererek önünüzü açıyor? Karanlık yanınız nedir? Sekizinci evde size neler bekliyor? Köşe evlerde neler oluyor? Nereden gelip nereye gidiyorsunuz? Hayat amacınız nedir?Bütün bu soruların cevaplarını bilseniz hayatınızı daha derin bir tevekkül ve huzurlu yaşamaz mıydınız?
Fiziksel olarak nasıl bazı arızalar ve potansiyel ile geliyorsak ve bu da bizim DNA dediğimiz madde donanımızı oluşturuyorsa, yıldız tozundan teşkil bu maddenin girdiği çekim alanı da bizim zaman içinde yaşayarak açtığımız bir formülü gösteriyor.
Kadim sayı 12’nin sonsuz kombinasyonları aynı DNA’nın sonsuz kombinasyonları gibi bir araya gelerek bir kader oluşturuyor.
Hayatı boyunca check up yaptırmadan yaşayan insanlar var. Nihayetinde yıldız haritasına inanıp inanmamak kişinin inisiyatifine kalmış bir şey. Kaderin sizin için hazırladığı müfredat ilginizi çekmeyebilir.
Ama ya bilseydiniz?
Ya hayatta kolayca akabileceğiniz yönü ve kendi çekim alanınızı, neleri başarabileceğinizi ve bunlar için hangi becerileri kullanabileceğinizi bilseydiniz?
Hayatınızda neler farklı, kolay ve müthiş olurdu?İşte son 22 haftadır her ders elimde en iyi tanıdığım kişilerin haritaları büyülenmiş şekilde bakıyorum ve o haritalarda kişilerin ömrünü bir hikaye gibi görüyorum.
Bütün bunlar bana kocaman evrende yalnız olmadığımı, büyük bir planın parçası olduğumu ve evrenin benim için bir planı olduğunu gösteriyor.
Bu da bana çok iyi geliyor.Astroloji fal değil, kozmik bir bilgelik. Kapısını araladığınızda size sonsuz evren bekliyor.
Peki siz kapının eşiğinde daha neyi bekliyorsunuz? -
Business Şubat 22, 2024
Hayatı matematik, kimya gibi pozitif bilimler ile anlayan bir kafa yapım var, bu çocukluğumdan beri böyle.
Ortaokulda Matematik hocamız bize “mod”ları öğretirken bayık ortamı biraz gevşetmek için şöyle bir espri yapmıştı : “ Yani biri yolda giderken size 2+2 kaç diye sorarsa once hangi mod’da diye sorun!”, ben bunu “hayatta gerçekleri söylemenin bir sürü yolu var, yeter ki karşınızdaki insanın algısını iyi belirleyin” şeklinde bir felsefe olarak anlayıp, hayatımda da birşeyleri anlatırken hep mod’ları kullandım.
Keza Fizik dersinde ilk öğretilen kural olan “Enerji ne yaratılır ne de yok edilebilir!” kuralı da benim açımdan ölümden sonra hayatı açıkladığı gibi, aşk enerjisini aşk bitince beni tüketen bir enerji yerine, üretken bir kaynağa dönüştürmek için kullanmama vesile olmuştur.
Kendimi ve bazı insanları hayattaki katalizörler olarak görüp, bazen birbirini yoran iki insanın ya da durumların aynı “metal yorgunluğu” gibi bir ince nokta bulup oradan kopması gerektiğine inanmışımdır.Bu aralar Kuantum Fiziği ilgimi çekiyor ve geçen gün öğrendiğim bir gerçek de bende çok temel bir uyanış yaşattı! Hayatın boş olduğunu biliyordum da bunun fiziki bir gerçek olduğunu pek bilmiyordum.
Her bir atom’un içinde atoma ağırlığını veren bir nükleus(çekirdek) bulunuyor ve bu atomun gerçek ağırlığını belirliyor (eminim bunu lise eğitimimin bir noktasında anlatmışlardır ama ben o sıralar tabi ki ruh bedenden ayrılmış bambaşka bir kafa yapısındaydım!) ama atomun %99,9999999999’unu boşluk oluşturuyor yani sevgili nükleus bir katedral’deki sinekten farksız bir durumda.
Kuantum Fiziği şöyle diyor; eğer bir vakum yaratsak ve bütün atomlardaki boşluğu çekebilsek, insanlığın tümünü bir şeker küpüne indirgeyebiliriz.
Yani aslında içimizde o hissettiğimiz boşluk var ya gerçek.
Kilo vermek isteyenler, valla gerek yok, sadece ağırlığınızın %0,0000000001’I kadarsınız zaten!Şimdi önemli olan konu şu; bu boşluğu neyle dolduruyorsunuz?
Hayatı anlamlı kılmak için size siz yapan %0,0000000001’in dışında o boşluğu dolduran şey ne?
Şimdi sevgi arayışı anlam kazanıyor. Sadece insanlarda da değil, mesela kedilerde, köpeklerde, çiçeklerde, su’da. Sevgi öyle bir enerji ki, hayatta yüklediğiniz her form güzelleşiyor, serpiliyor. Çiçekler daha fazla çiçek açıyor, kediler daha uzun yaşıyor, su molekülleri bile kendi kendini temizliyor ve onlar da Kristal çiçekler açıyor.
Aşk da daha anlamlı oluyor. İşte bu yüzden herşey aşk ile ilgili.
İnsan psikolojisi üzerine okuduğum bir kitapda şöyle bir anekdot vardı:
Kamboçya’da PolPot zulmünden kaçırılmaya çalışan bir grup insanı, bir gemide çok zor koşullarda Amerika’ya göçmen olarak getiriyorlar. Bu insanların aileleri gözleri önünde paramparça edilmiş, kadın erkek tecavüze uğramışlar, çocuklarını geride bırakmışlar ya da evlatlarının ölümünü izlemişler…açlıkla sefaletle mücadele etmişler. Dolayısı ile onların bozulan psikolojilerini düzeltip öyle topluma kazandırmak isteyen Amerikan devleti bir grup travma psikoloğunu onların ilk varış noktaları olan mülteci kampına göndermişler. Psikologların bu insanlardan dinledikleri en büyük sıkıntı 2 ay süren yolculukta yeni filizlenen aşklar ya da taze kalp kırıklıkları ile ilgili sorunlarmış.Gerçekten çok çarpıcı. Beatles’ın dediği gibi “All you need is love!”
O boşluğu ya aşk ile dolduruyorsunuz ya da içinizde koca bir kara delik ile geziyorsunuz. Hayat eğer sevmiyorsanız ve sevilmiyorsanız gerçekten çok boş. Öyle boş ki; zamanımızın neredeyse en büyük dilimini harcadığımız şey olan iş hayatında çok başarılı olanlar, sayamayacağı kadar parası, altından gemileri olanlar, etrafında sarışın-esmer-kızıl bombalar ile gezenler…Yine de hayatlarından vazgeçebilecek kadar mutsuzlar. O derin alanı, o sineğin fink attığı yüce boşluğu sadece sevginin enerjisi doldurabiliyor.
O yüzden biz sevildikçe var oluyoruz, ölsek bile sevildikçe yaşıyoruz.
Lütfen hayatınızı anlamlı birşeyler ile doldurun, yoksa bir şeker küpüne sıkıştırıldığımız kadar bizim yarattığımız boşluktan çıkan enerji bütün evreni zehirleyecek.
(Valla bu Kuantum Fiziği şeytan icadı…Du bakalım daha neler öğrenicem?!)
-
Business Şubat 22, 2024
Kurban Bayramı’nın arifesinde ben de bari etle ilgili bir yazı yazim dedim.
Bitmek bilmeyen işe gidiş-geliş yolculuklarımdan birinde yine bir aydınlanma anı yaşadım –ki bu daha once yaşadığım, ben direksiyonda uyurken üzerime gelen otobüs gibi değil, gerçek bir aydınlanmaydı-…Herşey Ken Robinson’un The Element kitabı ile başladı. Kitap, genel anlamda ne için yaradıldıysanız onu bulmanız, ve onu bulursanız yaşayacağınız o daim mutluluk ve tatmin duygusu ile ilgili…
Kitabın bir noktasında “insan” olgusuna değiniyor.
Yani “insan” %75 su geri kalanı aminoasit ve protein hücrelerinden oluşan bir alaşım mı? Yoksa daha anlamlı birşey mi? tartışmasını her iki yönü ile açıklarken bir analoji yapıyor yazar.
Dünya ve Dünya’nın Kozmoz’daki yerinden bahsediyor.
Önce Dünya ve Merkür, Venüs, Mars ve Pluto arasında Dünya’yı gösteriyor. Burada Pluto Türkiye’nin bir gezegen olmuş hali kadar kalıyor, Mars Dünya’nın yarısı, Merkür dörttebiri kadar Venüs de en az %25 daha küçük. O görsele bakarak kendinizi iyi hissediyorsunuz. Demek ki önemli bir gezegeniz. Biz büyüğüz…
Sonra Dünya’yı Jüpiter, Satürn, Uranüs ve Neptün ile kıyaslıyor ki, o noktada hafiften ezilmeye başlıyorsunuz; Dünya Jüpiter’in yanında portakalın yanındaki mercimek tanesi kadar kalıyor…Yani bu noktada Dünya, Konya kadar bir gezegen oluyor belki Kadıköy…
Sonra Güneş ile Jupiter’i kıyaslıyor ki, o zaman Jupiter mercimek konumunda biz portakaldaki vitamin kadarız!
Ve…”Vay anasınız, ulen güneş de güneşmiş haaa!” falan diyorsunuz.
Sonra devreye Sirius, Pollux ve Arcturus giriyor, Güneş, Arcturus’a kıyasla karpuzun yanındaki mercimek tanesi kadar oluyor, biz ise atom boyutunda kalıyoruz.
Arcturus, gönülleri fethediyor, inanılmaz bir büyüklük, akıllara zarar bir boyut. Güneş çok zavallı kalıyor.
Sonra geliyor sıra Antares, Betelgeuse, Aldebaran, Rigel ile bizim yüce Arcturus’un karşılaştırılmasına, bu noktada Arcturus, “Ey Arcturus, boşuna övünme, senden büyük Antares var!” mesajı ile Evren’de kendi küçük yerini hazmedip köşeye çekiliyor…Çünkü Antares’in yanında Arcturus basket topunun yanındaki bir mercimek tanesi kadar kalıyor, Güneş zaten ancak o basket topunun üzerindeki toz zerresi ebatında, bizim dünyamız o toz bulutunun yanındaki micron boyutunda, yani hala Dünya bir toz bulutu, hatta daha beter toz zerresinin içindeki toz molekülü.Bu ise Evren’de bize 1000 ışık yılı uzaklıktaki gezegenler ile kıyaslanmış halimiz. Hubble teleskopu bize 170 000 ışık yılı uzaklıktaki gezegenleri gösterebiliyor, yani biz daha Evren’in gorebildiğimiz kadarının 170/1 I ile micro Dünya’yı kıyaslıyoruz!
Tabi ki bu bilgiyi edinir edinmez, bunu bana 15dk ışık yılı mesafede olan herkes ile paylaştım. Hala da bu inanılmaz kıyaslama ile Evren’in içinde ne kadar da ufacık ne önemsiz ne de micro boyutta bir hayat sürdüğümüzü düşünüyorum.
Yani aya gittik diye onca tantana…Uzayda bizden akıllı canlılar büyük ihtimalle kozmik dötleri ile bize gülüyorlardır. Hele ki Ali Ağaoğlu “Ben istedim oldu!” tabi oldu canım! Alt tarafı Dünya denilen mikro gezegendeki bir noktacık olan Maslak’ta toz zerresinden önemsiz birşeyler ile uğraşıyorsun.Ben bu boyutta Evren’I hala algılamaya çalışırken, bunu heyecanla paylaştığım arkadaşlarımdan biri bana:
“Ay düşünsene onca büyüklük bizim için var!” dedi.
Ben tabi ki bu düşünce karşısında çok şaşırdım, çünkü hala Evren için çok önemsiz olduğumuzu düşünürken, insanların kendisini bu derece önemli görüyor olması fikrime tezat oluşturdu.
Neden böyle düşündüğünü sorduğumda bana:
“Ama başka gezegenlerde hayat yok ki!” dedi.Yani bize gore yok!
Neden çünkü biz etten ve kemikten ölümlüleriz.
Ve işte o zaman ne kadar zavallı olduğumuzu bir kere daha idrak ettim.
Belki akıllı hayat formları, termik enerji, dalga boyu, radyasyon olarak bulunuyor.“Mars çok sıcak canlı yok!” Belki adamlar termik enerji ve cayır cayır hayat dolu orası.
Yani insanın kısıtlı zekası ancak ona Evren’de bir micron yer bırakıyor.
Tabi ki bütün bunların nedenini, yazımın başlığı olan Et’e bağladım.
Biz Dünya’lıların et ile vücut bulmalarının ne kadar acı olduğunu düşündüm.
Bu kaba madde o kadar anlamsız ki, bunun için yaşıyoruz.
Bunu beslemek, iyi bakmak, dişlerini fırçalamak, akşam uyurken üşümesin diye yorganlara sarmak, aman pipisi görünmesin diye don falan giydirmek gerekiyor.
Benim durumumda en acı olanı, fikren iş yapsam da bu 60 kiloluk et yığınını hergün İstanbul’un bir ucundan bir ucuna taşımak zorunda olmam!Yani beğenmediğimiz, ve “Radyoaktivitesi çok yüksek hayat yok!” diye burun kıvırdığımız o gezengenlerde kim bilir nasıl hayatlar var. Bu aynı bir böceğin “Anteni yok algılamıyor” falan demesi gibi bizim için.
Yani dalgaboyu olarak bulunsak ne iyi olurdu.
Ben yine bir sabah çoşku ile bu fikirlerimi anlatırken, başka bir iş arkadaşım (ki onların da işi zor, çünkü hergün işe bu tip fikirler ile gidip onlar öğle yemeğinde ne yesek diye düşünürken beyinlerini mikiyorum diyim, nazikçe ifade edersem) bana “aaa ama o zaman böyle lezzetler olmazdı, moda olmazdı” dedi.
Yahu gülüm sen hala ette misin?!
Belki o zaman ne kadar iyiysen ya da ne kadar zekiysen o derece parlak bir renk olacaktın ve moda muhteşem mor bir dalga boyunda parlamak olacaktı. Ya da lezzet dediğin şey şu an bizim kısıtlı duyularımız ile algıladığımızdan çok daha zengin birşey olacaktı.
Aydınlanmam budur ki, etten olmak çok kötü.
Evren’de zaten bir hiçiz, hem de etiz.Bu yüzden de yaşlanıyoruz, ölüyoruz, aldatıyoruz, onu giydirmek, barındırmak, bir yerden bir yere taşımak, ondan bir canlı çıkarmak için şu ufacık gezegendeki kısacık ömürümüzde debelenip duruyoruz.
Bu fikirler tam Kurban Bayram’ına denk gelmişken, hala ilkel çağlardan kalmış bir tapınma isteğiyle, kendi Dünya’mızdaki en yüce değeri Tanrı’mıza bağışlıyoruz. O ne ET?!
Herkese iyi bayramlar.
-
Business Şubat 22, 2024
Ön Oyun
(Sahne, üç beş kullanılmayan eşyanın atıldığı depoya benzer bir yerdir. Panayır müziği ile birlikte sahneye yaşlı bir kadın girer. Etrafa bakar, seyircilere doğru döner, müzik yavaşlarken ışıklar kadının aydınlatır )
Yaşlı Kadın- Hay Allah! Deminden beri panayırın girişini arayıp duruyorum. (Çevresine bakınır, seyircilere) Yanlış geldim galiba. Yaşlılık işte… Hayır, müzik de o kadar yakından gelmeye başlamıştı ki… O müziği nerede olsa tanırım. O neşeli kalabalığın sesini… Panayır dendi mi bütün hücrelerim bayram etmeye başlar… Nerede bir panayır kurulur, hiç üşenmem düşerim yola. Çocukluğumun en renkli anılarıdır o panayırlar. Ben de sizin gibi bir çocuktum bir zamanlar… İnanması zor değil mi? (Güler) Ah, ah… Bayramlarda kurulurdu bizim zamanımızda panayırlar. Her bayram en güzel giysilerimizi giyer giderdik panayıra. Dönme dolaplar, atlı karıncalar, macun şekerciler, rengarenk ışıklar, müzik… Ha bir de patlamış mısırcılar! Ne çok severdim bilseniz! Patır putur sesler çıkararak birden çoğalırlardı o mısırcının tezgahında… Bembeyaz! (Birden heyecanlanır) Siz de mi panayıra geldiniz yoksa? (Dinler) Tiyatroya mı geldiniz? Oyun mu? Seksek gibi, kovalamaca gibi bir oyun mu? Ha o bildiğimiz oyunlardan değil… Siz oynamayacaksınız yani? İzleyeceksiniz… Anladım… Eh, madem oyun izleyeceksiniz sizi fazla tutmayayım… Hay Allah! Belki de benim yüzümden başlamıyordur izleyeceğiniz oyun. Efendim? Yok kalamam, pek bana göre değil oyun izlemek. Zaten panayıra gideceğim diye yanlışlıkla geldim buraya ben… Olsun, kötü mü oldu ya, sizinle tanışmış oldum… (Müzik sesi artmaya başlar) Hah, işte panayır müziği yine… Şu taraftan geliyor galiba… Gerçekten o taraftan geliyor! Heyecandan bayılacağım neredeyse! (Sahne dışına doğru ilerlemeye başlar) Haydi, size iyi seyirler… Tanıştığımıza memnun oldum! (Sahne dışına doğru bakar) Hah! İşte tam bu taraftan! (Çıkar)
(Panayır Müziği) -
Business Şubat 22, 2024
Design Thinking has been linked to business innovations for the last decade, but I personally always been impressed and want to include more about social innovation cases when it comes to my courses or trainings.
Design Thinking, hence the name, requires a certain mindset, which starts with the naive, yet necessary notion of optimism. If you don’t believe your mind solve problems, or can do good for the world, then this practice may not be for you.
One of the cases that demonstrates the optimism; is Innova Schools in Peru. It is an exciting case, for both the world and design thinkers worldwide.
Carlos Rodrigez-Pastor is well educated and privileged Peruvian, who runs a network of malls, pharmacies, and banks in his country. He may live his life like surfing on a mild wave without diving or falling in the depth of dark waters…However, he chooses to tackle on a case which is one of the main problems of the world: education.
Industries are working on sustainability, politicians on borders and resources, business on innovation, health on obesity and related illness…They are all linked to education. Education, on the other hand does not support our neutral way of learning or how our brain operates, but it is called a system. A system that is designed by humans for humans almost like an industrial production line; where you put the crude material, add components and polish fine details.
People who are looking for ways to improve “how we learn” are my personal heroes. This is why I wanted to share my insight on Design Thinking with this example. Carlos Rodrigez-Pastor sees that his country is not doing good on education and he believes he can do something about this! Which is optimism and creative confidence as a bundle. So cooperates with IDEO and Khan Academy on this case. They use Design Thinking methodology to understand and define the underlying problem.
When I have trainings or workshops in companies, the most problematic stage of Design Thinking comes at the “Define” stage. Being a Turkish educator, I don’t translate this step to Turkish, but I tell to my class that this is the hidden treasure! (The word “define” pronounced as “deaf-in-a” in Turkish and it means hidden treasure). When we start from the right question, we get excited, our mind starts flowing, we all want to take part in the ideation session and new ways of ideas emerge. Usually not the case in business meetings, workshops or facilitation on world matters, discussion on ecology…
These smart people see problems, and they have an idea on “what needs to be done” but nobody asks the question “how might we!”.
People always talk on “What needs to be done to improve the education system!” but, one person asking the question of “How might we help young brains learn efficiently to reach their potential?” changes the whole way we think, and apparently starting from Peru, South America…
This is the power of design, and I love what I do!
Asking the right questions, involves the ones who are aware of the problems, for a start. Only pointing out the problem does not solve it alone. Optimism in design is the belief that you can and will come up with creative solutions to big problems. The decision to solve the world problems and use your resources like; time, money, connections, mind…on the mission for doing this, defines doing well and doing good! -
Business Şubat 22, 2024
Yaratıcı düşünce ve inovasyon ile ilgili verdiğim kurumsal eğitimlerde eğer proje konusu; çalışan mutluluğu, yeni iş yapış biçimleri, en büyük probleminize çare gibi konular olduğunda ya da kişisel gelişim ile ilgili atölyelerinde değişim dönüşüm çalışmalarında; kurumsal çalışanların en büyük ve ortak problemi hep aynı çıkar: ZAMAN
Defalarca duyduğum (benim de cümlelerimin bir çoğu)
“Aslında spor yapmak istiyorum ama zamanım yok..”
“Eskiden çok kitap okurdum ama şimdi zamanım yok…”
“Çocuklarımı çok özlüyorum ve onlarla daha fazla vakit geçirmek istiyorum ama zaman yok…”
“Bulunduğum şehirde keşfedecek çok şey var ama zaman bulamıyorum…”
…zaman yok …zaman yok.
İstanbul’da yaşayan bilir, trafik denilen kara delik; tercihlerimizi, sosyal çevremizi, yapabildiklerimizi, aile hayatımızı ve “hayat” dediğimiz kendimize ayırdığımız o an’ları belirleyen ana unsurlardan biridir.
…
Uzun zaman sanat tarihi okumuş, insanlık tarihi ve medeniyetimizi oluşturan gelişmeleri geniş bir perspektiften takip eden biri olarak şunu da görüyorum: Ne zaman insanlık top yekûn bir felaket atlatıyor, bu felaket bir katalizör gibi evrimi hızlandırıyor.
Haçlı seferleri Dünya kültürlerinin harmanlanması ile birlikte icatları hızlandırmış,
Kara Veba; bilimi eliyle itmiş Batı toplumunda devrim yaratan Rönensans ve Reform’u doğurmuş,
İkinci Dünya Savaşı, insanlık tarihini şekillendiren bilimsel ve teknolojik sistemlerin temelini atan buluşların çıkmasını sağlamış.
…
Yaşlı bir insan olmamakla birlikte, Körfez Savaşı, SSCB’nin parçalanması, Berlin Duvarı’nın yıkılması, 1980 Darbesi, büyük deprem ve doğa felaketleri hatta çekirge istilası, olağanüstü hal, sayısız ekonomik kriz ve salgın hastalığı görmüş biri olarak ilk defa küresel anlamda olağanüstü bir tedbire şahit oluyorum.
Global boyuttaki tedbir işbirliği; tehdit olan pandemi açısından doğru bir yaklaşım olduğu gibi, küresel ısınma, iklim değişikliği, açlık, sosyal eşitsizlik gibi konuların da bu kapsamda değerlendirilebileceğine dair dünyamız adına bir umut taşıyor.
Her ne kadar; benim de bir parçası olduğum hizmet sektörü en büyük darbeyi almış olsa da Dünya ilk defa; filmlerde öngörüldüğü gibi henüz bir uzaylı istilası olmadan, tek ses, tek akıl olabildi. Ve ben bunu gördüm.
Bu bana yağmurlu, fırtınalı bir günde, ağır bir pamuk yorgan altında sıcacık yatma hissi veriyor. Saçma belki, çünkü mali olarak bir kaybım var ve yerine koyup koyamayacağımdan da emin değilim, ama bu felaket bizi birleştirdi. Bu bir umut ışığı. Hasta olanların ve hastalık riski taşıyanların da alınan tedbirler ile kısa sürede iyi olacaklarına da inanıyorum.
…
Şimdi bakalım hangi evrensel sıçramalara şahit olacağız.
…
Kurumsal yapıların çökeceğinin alametlerini zaten on yıldır görülüyor; buna ilişkin veriler ve senaryolar eğitimlerimin ilk saatlerini oluşturuyor (katılan bilir). Platformların aktif olduğu ve bireyin maharetini ortaya koymasında, kurumsal yapılara gerek kalmayan günümüzde, zaten yaratıcı bir yıkıma gerek vardı.
Ufak tefek, bunları beceren ülke ya da kurumlar olsa da; evlilik, okul, din, iş hayatı, sanayi kurumları hala 100’lerce yıl önceki yapılara göre hayatta kalmaya çalışıyorlardı.
Önceki nesillerin genel geçer alışkanlıkları ve zihniyetlerini yıkacak şekilde karar verici yaşa gelen X Jenerasyonuna karşı, günümüzün kurum yapıları var olma savaşını bu değişim dönüşümü yok sayarak veriyordu. Şimdi dünya mecburen işte bu değişim dönüşümü yaşayacak.
Uzaktan çalışma son on yıldır mümkün ama hala kişileri birer beden olarak da görme ihtiyacı kurumsal hayatın bütün bina, hiyerarşi yapısı ve performans sistemlerini belirliyordu. Şimdi uzaktan çalışma ile bir binada toplanarak çalışma düzeni, yönetici baskısı ve çalışma saatleri yapısı ortadan kalkacak. Genel müdürlük yapılarından başlayan bu devrim bakalım hizmet veren kurumlarda nasıl şekillenecek.
Okullarda herkesin aynı hızda öğrenim, aynı yetkinlik, beceri setine ve zeka düzeyine sahip olduğu düşünülerek düzenlenmiş müfredat ve eğitim yapıları, çocukların kendi ilgi alanlarına, hızlarına ve becerilerine göre uyarlanabilecek.
Sanayi 4.0 sürecine erken ve hızlı bir geçiş yapacak…
Zaman kavramı ise etkin çalışma ile tekrar belirlenecek. Trafik sorununun araç sahipliği ya da nüfustan öte; herkesin aynı saatlerde yollarda olmasından kaynaklandığı da görülecek.
Ve bütün bu eski yapı ve zihniyetler mecburen yeniden şekillenecek: Çocuklar ve gençler okulları, zaten internetten bulabilecekleri bilgileri duymak için değil, ama bu bilgileri tartışmak, yeni şeyler üretmek, birlikte sanat, müzik, spor yapmak için kullanacaklar. Sınıf yapıları onların sırada otururken bir otoritenin anlattığı düzenden tartışma ve birlikte çalışma düzenine geçilecek bir hal alacak.
Kurumlar ise özellikle büyük şehirlerde yerel alanlardaki toplantı odaları ve kolektif çalışma mekanları ile yeniden düzenlenecek. AVM dediğimiz biri açılınca yakınındaki diğeri hayalet kasabalara dönen mekanlar belki ortak çalışma ve üretme mekanları olarak hizmet verecek. Evinizden çıkıp, her gün aynı saatteki aynı trafiğe girip, aynı binaya gelip, sadece asansör ile sizin için uygun bulunmuş bir kattaki hep aynı yere bakan ve aynı insanla karşılıklı oturduğunuz masanız yerine; yaratıcılığınızı ve sosyal zekanızı yükseltebileceğiniz farklı lokal çalışma alanlarına gideceksiniz. Belki yürüyerek, belki bisikletle, belki Martı ile.
Alışveriş merkezi, banka, market gibi binalar yeniden şekillenecek. Bu anlayış büyük ihtimal Corona salgınından sonra hız kazanacak. Bütün felaketlerin yarattığı ivmeyi giderek uyum ve ilerleme hızı artmış dünyamızdan bir kere daha ve daha kısa zamanda göreceğiz.
….
Peki ya çalışan ve zaman? İşte şimdi kurumsal çalışanın rüyası gerçek oldu: Evden çalışma! Toplantı, asansörde bekleme, öğle yemeği, arkadaşların böldüğü odağınız, gelen yüzlerce gereksiz mail, sıkıntıdan alınan kahve molaları ile geçen zaman büyük ihtimalle daha kısa sürede daha verimli, daha etkili çalışmaya dönüşecek.
Çocuklar için de anlamadığı konuyu tekrar etme, anladığını hızlıca geçip kendini değerlendirme gibi öğrenme hızını belirlediği bir yapıda belki müfredat sindire sindire ilerleyecek…
Ama en önemlisi bu yapı, yine eğitimlerimde rahmetle andığım sevgili fütürist, Dünya Ekonomik Forumu’nun 2020 yılı raporunda, gelecekte başarılı olmak için gerekli olan becerileri de öngören Alvin Toffler’ın tanımladığı yeni insanın hayatta kalabileceği bir dünya olacak:
Kurumlar kimin ittirme ve yönetici korkusu ile çalıştığını, kimin gerçekten içsel motivasyonunun yüksek olduğunu, kimin günü kart basıp minimum üretim ile geçirdiğini, kimin fark yaratacak zihniyet ve beceride olduğunu anlayacak.
Hangi öğrencinin içinde başarı duygusu ve öğrenme arzusunun olduğunu, uzaktan eğitim yapısı Turnusol kağıdı gibi ortaya koyacak.
Alvin Toffler’in Gelecekte hayatta kalmak için listelediği sekiz adet beceriye gelince:- Öğrenmeyi öğrenmek
- Hızlı ve akıllı okumak
- Not tutmak
- Veriyi analiz etmek
- Dokuları ve trendleri fark etmek
- Yazılı ve sözlü iletişim
- Teknolojiyi anlamak ve yükseltmek
- Kültürel farkındalık ve hassasiyet
Şimdi. Soru şu; Evden çalışırken bize kalan zamanı biz nasıl değerlendireceğiz? Ben kendi adıma, okulların tatil ve eğitimlerimin iptal olduğu 3 hafta için şöyle bir liste yaptım:
- Görmek istediğim insanlar
- Oğlumla yapmak istediğim etkinlikler
- Okumak istediğim kitaplar
- Almak istediğim eğitimler
- Yazmak istediğim makaleler
- Ev yeniden düzenlemek istediğim alanlar
- Hareket etmek için sportif aktiviteler
- Denemek istediğim yemekler
Sizin listenizde neler var?
What I Do for My Clients
-
Çizimlerim
-
Çizimlerim
-
Çizimlerim
-
Çizimlerim
-
Çizimlerim
-
Çizimlerim
-
Çizimlerim
-
foto 1
-
Yaratıcı Olmak İçin Basit Formül | Denizin Rehberleri Zirvesi
-
48. Geleneği yıkıp insanı odağa koyabilir miyiz gerçekten? Melda Göknel cevapladı
-
KÜRESEL PAZARDAKİ FIRSATLAR, GELECEĞİN FARKINDA MIYIZ?
-
Tasarımcı Gibi Düşünürken Nasıl Düşünmeli?
-
Eğitimci ve akademisyen Melda Göknel, öğrenci sunumlarını değerlendiriyor-Seismic Design Competition
-
Çalışırken #Girişimci Olunur Mu?
-
Tunç Vidinli Canlı – Stratejist ve Eğitmen Melda Göknel ile
I Want to Hear from You
-
Address
20, Somewhere in world -
Email
hello@dodo.com -
Phone
+123 456 7890
Leave a reply