Biz İsveç’te Manzaraya Mönzaran Deriz…

Biz İsveç’te Manzaraya Mönzaran Deriz…

Havaalanında daha önce Londra uçağında bir kapı krizi yaşadığım için (kapının değiştiğini son dakika anlayıp panik atak geçirip, havaalanında bayılıp uçağımı kaçırmıştım. Eminim herkesin başına geliyordur) temkinli bir şekilde kapımı 10 kere kontrol edip, bana Anadolu’nun ücra bir şehri ya da Arap Yarımadası’nda bir yere gidecekmiş gibi görünen 206B’de Stockholm uçağımı sabırla bekledim.

Gezi günlüğümün ilgili sayfası

 

Bayılmadan, krize girmeden uçağa bindim. Çok tadında bir yolculuk süresi olan 3 saatten sonra yukarıdan baktığınızda sanki uzun sure güneşte kalıp boyaları dökülmüş metal bir yüzey gibi görünen Stokholm’ün üzerinde alçalmaya başladık.

 

 

Yaklaştıkça o boya parçası gibi görünen binlerce lekenin birer ada olduğunu anladım. Allahım! Bu ne güzellik, bu ne güzel manzara, üzerinden uçulması gereken bir şehir Stokholm. O minik adaların her birinde minik kırmızı damlı bembeyaz evler, evlerin bahçeleri, beyaz yelkenliler, yollar, köprüler, yemyeşil çayırlar, ormanlar, sarı çiçek (kanola?) tarlaları…Takım adaları geçip şehre yakınlaşmaya ve daha alçalmaya başladık, yemyeşil bir kent, yine adalar, köprüler, yeşil, kırmızı damlı alçak taş binalar…yeşillik, orman, yeşillik, orman ve pıt! Stockholm Arlanda Havaalanı’ndayız

Sana bugün bi başka uçaktan baktım ey Stockholm!

Işıl bana telefonda, “Otel Stockholm’un Arlanda diye bir mahallesinde biraz şehrin dışında “demişti. Ancak kaldığı otelin havaalanı oteli olduğunu indiğim zaman anlamış bulundum…

Böylelikle normalde bir geldiğinde bir de giderken gittiğin ulular arası havaalanına biz her gün gittik geldik. Stockholm havaalanına gitmesini en iyi bilen turistler olduğumuz konusunu iddia ediyorum. Her yoldan gittik geldik!

 

Havaalanına iner inmez en fazla dikkatimi çeken şey sessizlik ve dinginlik oldu.

 

Ne görsel olarak, ne işitsel olarak sizi yoran hiçbir şey yok!

 

Yalın estetik ve rafine görsellik hemen ilk adımınızda sizi karşılıyor, bir de Stockholm da yaşayan ünlülerin posterleri ile birlikte “Evinize Hoşgeldiniz!” tabelaları. Havaalanı treninde de “Stockholm Sakinleri –ki doğru, çok sakinler- Evinize Hoşgeldiniz” diyordu. İstanbul’u düşündüm bir an, mümkün olsa her türlü girişe “Bi siktirin gidin bea! Siz yokken bu şehir ne güzeldi!” yazacak.

 

Pasaport kontrollerimizi sessizce yaptık.

Sessizce dışarı çıktık

Havaalanının dışında “…zaarrtt düüürrrrttt annnnaaaaaeeee yussuuufffffff haiffeeeeee taksssiiiiii vart vaaarrtttttt…” falan hiçbir şey olmadan sakince otelin shuttle’ı sevgili dostum ALFA’ya binip 5dk içinde otele geldim!

 

Otele yerleştim, Işıl’la kucaklaştık, üstümü değiştirdim! (her zaman mikro valizimde bir gece kıyafeti ve bir mayo bulunur Allah’tan!) Işıl’ın yeni edindiği uçuş dostlarının davetlisi olarak, İsveç Büyükelçisi’nin ev sahipliğini yaptığı konsere icabet ettik.

 

Rüya Taner ve Dinçer Özer’in verdiği piyano-perküsyon konseri harikaydı. Konser sonrasında onlarla sohbet edip, sanki her gün Stockholm’de bu tip bir davete katılıyormuş duruşunda olduğumuzdan, bizi Büyükelçi’nin karısı yada Kültür Ateşe’si sanan da oldu. Olsun! Şanımızdan olsun….

 

Büyükelçi’nin “kim bunlar?” diye daha fazla kendini yormaması için koktelyden izin isteyip ayrıldık ve sonunda bu güzelim şehri keşfetmek üzere baş başa kaldık!

 

Tarih müzesinde düzenlenen konser sayesinde Vikinglerin geçmişini de hızlıca görmüş olduk. Öncelikle gayet normal boylarda insanlar, hatta bizim Orta Asya kafa boyutunu karşılaştırırsak oldukça küçük ve ince kafataslı insanlar.

 

Müzeden anladığım kadarı ile Vikingler hep güneşi aramak üzere yola çıkmışlar ama onu yuvalarına geri getiremeyince altın’ı almışlar.

 

Yine 2000 yıllık tarihlerine bakılırsa rafine estetik genlerinde var, ve ilk çağdan bu yana minimal tasarım ve mükemmel işçiliğe çok önem vermişler.

 

Vikinglerin bu kadar küçük insanlar olduğunu düşünürsek bütün dünya’ya neden bu kadar korku saçtıklarını da anlamış bulunuyorum…İsveççe!

Sanki deniz kuşlarından öğrendikleri bir dili konuşuyor gibiler. Kulağa “Yagll yaalllgggglll glup danging” gibi gelen bir dil. Çok nazik birşey bile Kött Göböndt Hağğğlln falan diye okunduğu için, büyük ihtimal Vikingler alt tarafı güneşe giden yolu soruyorlardı ama kafalarında boynuzlu kaskları ve yolda uzamış kızıl sakalları ile de biraz enteresan göründüklerini de varsayıyorum, ilk ağızlarını açtıklarında Fransız, İtalyan vs halklarının donsuz kaçmış olmaları çok normal.

 

Viking efsanesi, tamamen yanlış anlaşılma. Bunu da buradan netleştirmek istiyorum.

 

Uzun lafın kısası, güneşin tepemizde parladığı bir İsveç akşamında Işıl ile yollara düştük. Ufuk çizgisini ne de çok özlemişiz! En yükseği 3-4 katlı binalar ile gökyüzünün keyfini çıkara çıkara yürümeye başladık.

 

Sürekli kendi ideal dünyamızı yaratmaya çalıştığımız Lego ya da Mine Craft gibi İskandinav (Lego Danimarka / MineCraft İsveç) menşeii oyunlardaki Dünya’nın aslında var olduğunu anladık.

Aaaaa… Legoland!

Alçakgönüllü ve sıradan olup, bu kadar hayranlık uyandırmak çok İsveçlere mahsus bir şey! Binalar, hanedan, kıyafetler, tasarımlar. İlham verici bir şehir, bir ülke!

Doğa, coğrafya, insanlar, binalar, renkler , serbestçe yüzen kuğular ve bebekler Dünya’nın güzel bir yer olduğuna dair umudunuzu besliyor.

 

İsveç’te gördüğüm en temel şey sürdürülebilir bir çevre, şehircilik, teknoloji falan olması için öncelikle sürdürülebilir bir insan davranışı olması.

Bütün parklar, kraliyet sarayı, insanların bahçeleri, her yer açık. Hiçbir yerde “girme, kopartma, öldürme, yeme, atma, pisletme…” uyarıları yok.

İnsanlar, krallarına ve senatosuna, yönetenler halkına, halk birbirine güveniyor…

Kraliyet sarayının kapısında bir akşam bir muhafız gördüm, prensesin sarayının bahçesinde de halk piknik yapabiliyor.

 

Politik gündeminin temel maddesinin halklarınının mutluluğu ve ekolojik denge olan bir ülkeden bahsediyoruz burada!

 

Halkın bilim sanat ve tasarım konusunda bu kadar üretken olmasına şaşmamalı. Biz bir ağacın peşinde ölüyoruz yaw!

 

Keşke Vikingler bütün dünyayı ele geçirseymiş diye düşünüyorum.

Bir de adamlara barbar demişler! Sizsiniz barbar!

 

Gezi günlüğümün bu kısmında merak edenler olabilir; nerelere gidilmeli nereleri görmeli ne yemeli vs…

Valla bence binin bir otobüse gidin, nasılsa güzel bir yer görürsünüz. Ekmek ve tereyağı bile çok lezzetli dolayısı ile aç kalmazsınız, zaten su da her kafe, bar ve otelde bedava. (çünkü halkı su bedava diye çatlayana kadar su içip, evdeki 18lt lik bidonunu cafeye getirip doldurmayı düşünmez.)

çok hoşuma giden bir terimleri oldu: FİKA

(kahve ve yanında yenen kurabiye türü pastane mamulleri demek)

Yani biz ki yemek konusunda aşmış bir ülkeyiz neden bu tip terimler üretemedik bilmiyorum. İşte diyorum ya, yaratıcı olmak için Maslow üçgeninin tepesinde olmak lazım biz hala en altta sürünüyoruz.

Ama ben bizim için bazı terimler türettim:

KAPE: Karpuz ve Beyaz Peynir

SİÇA : Simit ve Çay

RABA : Rakı Balık

KİBÖ: Kısır Börek

RANST: Tost Ayran … neymiş, istenirse oluyormuş.

eki müzeler, parklar, saraylar gibi yerleri dolaşırken monarşinin çok da kötü bir şey olmadığını da kanaat getirdim. Sonuçta bütün toprakları kendi toprağı olarak düşünen biri olduğunda onları koruma konusunda da çok daha hassas davranabiliyor. Atalarının kanının ile aldığı topraklara güzel binalar yapıyor, satmıyor, yağmalatmıyor, özeniyor ve koruyor. Bu arada tabi ki en az yirmi nesil iyi eğitim ve terbiye almış olduğu için açgözlü ve arsızca bir davranış içinde olmuyor. Soysuzluğu; iyi ve soylu bir kral ve kraliçenin sakin ve ağırbaşlı tavırlarının yanında tam anlıyorsunuz.

 

Bu arada bir prenses Viktoria durumu var. Kendisi spor hocası ile evlenmiş (I feel you babe!) Anne ve babasının hafiften cinnet geçirmiş olduğunu birinci elden biliyorum. Uzun vadede haklı da çıkacaklardır. Hadi, bana kimse “prensesim” demedi diye ben böyle bir hıyarlık yaptım diyelim. Senin derdin ne anam babam, senin kartvizitinde yazıyor prenses diye!!!

 

Ama orada kadın erkek eşitliği sözde değil özde olduğu için Viktoria böyle bir karar almış olabilir. Bunu neye dayanarak söylüyorum: Ne zaman kadın erkek eşitliği ile ilgili bir konu olsa, hep bizim parklarda elleri birleşmiş bacaklarının arasında yan devrilmiş tosur tosur uyuyan bir adamları düşünüp, kendi kendime “eğer bir gün kadınlar da parklarda böyle uyursa o zaman bana eşitlikten bahsedin” derdim. Parklarında sere serpe yatan kadınlar; elle, sözle, gözle tacize uğramadığına göre burada gerçek eşitlik de var. Et kokmayan ve etin taciz edilmediği parklarda Stockholm’ün gece yarısına kadar süren yakmayan, sıcak, akşamüstü 5 güneşinin tadını çıkartmak için mutlaka mola alın derim.

 

Özet olarak. Bir şehrin fontu, renkleri, tasarım bütünlüğü ile bir marka olabileceğini, sakin ve dinginliğin şıklık olduğunu, minimalizm’in bir akım değil insanın mimik, jestlerine bile işleyen bir yaşam tarzı olduğunu, medeniyet ile modern teknolojinin ayrı kavramlar olduğunu kısa bir İsveç gezisi bana öğretti.

 

Rabıta yerleri ve tasarım koltukları ile evim diyebileceğim havaalanında uçağımı beklerken sürgüne gönderilen bir Rus prensesi gibi kalbimi burada bırakıp ağlayarak geri döndüm…

Leave a reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir