Shopping Cart
Your Cart is Empty
Quantity:
Subtotal
Taxes
Shipping
Total
There was an error with PayPalClick here to try again
CelebrateThank you for your business!You should be receiving an order confirmation from Paypal shortly.Exit Shopping Cart

Istanbul



ben yazdım oldu!













Hayat, çoluk - çocuk, iliskiler ve genel olarak durumlar


Melda’nın Macera Günlüğü

Çok sevgili eşim Alirıza’nın en büyük macerası olan “Askerlik Macerası”nın başlaması ile beraber, sayfayı bir darbe ile ben devralmış bulunuyorum. O gelene kadar, onun kendi bakış açısı ile anlatığı maceralarının iç yüzünü ibret alarak okuyacak ve eşlerinizi dağ tepe düz sürüklerken şöyle bir düşüneceksiniz...”Demek bu yüzden askerliğini yapmayana kız vermiyorlar...”


Adım Melda; orta yaşta, orta kiloda, sedenter hayat süren, kurumsal bir şirkette en son teknolojilerde strateji ve iş geliştiren, beynim bacaklarımdan daha aktif bir insanım. Spor ile bağlantım yok mu? Var. Çocukluğumda yüksek yaşam enerjimi evin duvarlarına tırmanmak ya da yemek masasının etrafında bin tur koşmak gibi manasız aktivitelerle geçirmem yerine spora yönelten sevgili ailem, beni önce basketbol, sonra voleybol ve tenise, bu sporlardaki engin sakarlık potansiyelimin farkına varıp, kayak, ata binme gibi daha topsuz sporlara heves ve azimle taşımışlar, bunun sonucunda spor yapmaktan zevk alan, bu uğurda kendini paralamaya hazır bir evlat yetiştirmişlerdir.


Canım eşim Alirıza’nın bendeki cevheri keşfetmesi ise, 2000 yılına rastlar. Trafikten kurtulmak için kendimi attığım spor salonunda (o zaman Beşiktaş’da çalışıp karşıda oturuyordum, ve saat akşam ona kadar spor salonunda kalıp, sonrasında onbeş dakikada karşıya geçiyordum. Plan buydu yani!) kara donum – şekilsiz siyah eşofman altım- ve iddiasız beyaz t-shirtim ile göz-kol-bacak kordinasyonum olmadığı halde her türlü aerobik dersine katılmam, oranın yöneticisi olan Alirıza’nın dikkatini çekmiş olmalı. Lafı uzatmak istemiyorum; cilve olsun diye girmiş olduğum Gym Trophy’de ilk üçüncü dakikada bileğimi döndürüp, herşeye rağmen devam edip ikinci olmam, evliliğimizin oturduğu sağlam temelleri ve benim karakterimin ana özellikleri olan; sakarlık ve azimi açıklar sanırım.


İlk bir kaç ayı, cicim aylarını, biz de her çift gibi, kafelere gitmek, sinema izlemek, dans etmek, yemek yemek gibi, daha sonraki yıllarda özel aktivite sayılabilecek şekilde geçirdik. Tatlı dili, mülayim kişiliği, ortak zevklerimiz ve bana gösterdiği hassasiyet ile gönlümün sultanı olan Alirıza, beni kendine bağladığına inandığı ve benim de kesinlikle aşktan gözümün kör olduğu bir zamanda beni güzel bir haftasonu için bisikletle gezmeye çağırdı. Sanırım beş yaşımdan beri bisiklete binerim ve bisiklete binmeyi de çok severim, her türlü cambazlığı yaparım ve asla sıkılmam...sanırdım...


O Pazar günü öğrendim ki aslında bisikletle 80˚ ‘ye kadar tırmanmak mümkün. Alirıza benim pembe, önü sepetli, harika “çin çin” sesleri çıkaran, donanım olarak sadece ön ve arka frenleri ile dinamosu bulunan canım bisikletimden çok farklı bir aparat ile karşımda durmakta. Elinde özenle yaptığım saçlarımı içine büzüştürmemi gerektirecek bir kask, elime giymem gereken Robocop eldivenleri, dizlerim için plastik diz kapakları...Ben nasıl naif, ve romantik bir insansam! Alirıza ile beraber yapacağımız gezintiyi elele bisiklete binip, daha sonra kırmızı pötikareli örtümüz üzerinde şarap ve peynir ile piknik yapacağımız bir gezi olarak hayal etmiştim.


Aşk sen nelere kadirsin! Günün geri kalanı şöyle geçti; önce Alirıza’ya hava atmak için o 80˚ ‘lik yokuşu canım pahasına gözlerim karara karara çıktım ve tepede kustum...Sonra yokuş aşağı inerken, yağmur sularının açtığı ve sonra kuruyan toprak ile betonlaşan yivlere takılıp bisikletim ile kafa üstünde taklalar attım...Çalılara takıldım, saçımın bir kısmı böğürtlenlerde kaldı, tırnaklarımın içi çamur doldu, ama bütün bunları Alirıza bana “Bak en sonda harika bir sürpriz var bayılacaksın!” dediği için söylenmeden ve yüzümde acımı belli etmeyen bir gülümseme ile tamamladım, sonunda Alirıza ile bir şelale altında yıkanıp, berrak suları olan bir gölde yüzdükten sonra, onun bana belli etmeden getirdiği muhteşem yemeklerle bir piknik yapıp, arkasından da bir araba ile tekrar şehre dönecektik...Dayan Melda! Yakındır sana sunacağı günler Hakkın!


Evet sonunda hayal ettiğim yere, yani sürprize ulaştık. Bir göl vardı, evet o var! Ama ortada berrak su, şelale, yemek, araba gibi arzu nesneleri yerine Alirıza’nın hazırladığı parkur vardı...Alirıza aşkımı sınıyordu...Geçilmesi gereken dar kapılar, iki ağaç arası ya da iki yüksek çalı arası gibi; bisikletle giderken ayağa kalkıp çalmam gereken çanlar; içinden geçmem gereken çamur havuzları ve son olarak...Ta ta! piknik masasının üzerine çıkılması gereken dik ve ince bir tahta ile aynı diklikte ve incelikte bunun inişi...Peki! Buraya kadar, geldim...Bunları da yapabilirim...Gerçekten de hepsini yaptım, piknik masasından aşağı inerken yuvarlandım, yüzüstü yere kapaklandım, tahta belime düştü, ama bitirdim...Hatta buradan geri spor merkezine de yine bisiklete gittim.


O gün hayatımda yeni bir ufuk açıldı. Artık biliyorum ki eğer ben bisikletteyken birileri beni öldürmek için kovalıyorsa kaçabilirim! Ne mutlu bana!


Sonrası harika ama! Önce Alirıza’nın yöneticisi olduğu spor merkezinin hamamında çamurlarımdan arındırıldım, kolumu kaldıracak halim olmadığı için “arındırıldım” yazıyorum, arkasından sauna, buhar banyosu falan tansiyonum beşe düşene kadar orada kaldım, sürünerek giyindim, yemek yedik, hatırlamıyorum ama lezzetli birşeylerdi ve arkasından Alirıza beni eve bıraktı ve uyudum. Ama ne uyuma! Arapça’dan dilimize yerleşen “rehavet” kelimesinin anlamını ancak böyle bir gün geçiren, ve hamamda kalması gerekenden uzun kalan bir insan anlayabilir...


Şimdi bütün bunları okuyup, “ooo macera sporları kötü”, “ hmmm dağ bisikleti mi! Asla” falan gibi yargılara lütfen varmayın, baylar, bayanlar!

Aslında tam tersine, özellikle ertesi gün kalktığımda anladım, meğer vücudumuzda ne çok kas varmış da! Biz bunun ne kadar azını kullanıyormuşuz...Meğer her insanın içinde ne kudret varmış, biz de bu enerjileri trafikte orada burada sinir topu olarak gösteriyormuşuz (inanın ertesi gün pamuk olmuştum, ne sinir kaldı ne asabiyet), yıkanmak, sıcak su ile duş almak ne büyük bir saadetmiş, bisikletle kafa üstü düşünce ölünmüyormuş...Çok şey öğretti bana o gün. Kendime güvenimi perçinledi, Pazartesi günü işe gidip yaptıklarımı anlattığım zaman artık ben bir ofis kahramanıydım!


İşte böyle, ben de macera sporları hayatıma ani bir giriş yapmış oldum. Her seferinde bu tip sporları yaparken aklımdan “neden neden neden?” ya da “müdür müdür müdür?” gibi sorular geçse de. Aşkın gücü ile bitirdiğim her etap kendime güvenimin artmasını, hayata bakış açımın daha cesur olmasını, doğaya yakınlaşmamı sağlıyor.

Sadece şuna dikkat etmeli, ojelı tırnak, topuklu spor ayakkabı ve fönlü saç yerine, kask, eldiven ve dizlik gibi donanımları seçmek gerekli!